Atina'dan ayrıldıktan sonra, oraya yerleştiğimden beri bir şeyler yazdığım defterimi yanımda taşıdım ama hiç açmadım ve okumadım. Muhtemelen saçmalamışım, delirmişimdir diye korktum. Gelip gittiğim, delirip sakinlediğim o şehre, ne kadar kaba, ne kadar saygısız olabileceğimi bildiğimden kötü şeyler yazmışsam okumak istemedim, bugün dayanamadım, ilk günlerin yazısını okudum. Eninde sonunda, ben ben olduğum için mutlu oldum. İnsanın kendine uzaktan bakması biraz sancılı, azıcık ağrılı ama çok yerinde. Ama Atina hep bildiğimiz Atina ve ben bildiğim ben.
Kum rengi, kirli beyaz, birbirinin dibinde binalar. Mutfak penceresinden mahalledeki diğer apartmanların arka cephesini görüyorum. Şehrin apartmanlarının ön cephelerinde devasa balkonlar, balkonlarda oturup neşeyle birbiriyle konuşan ya da kendi kendine zaman geçiren Atinalılar, bazen kanaryalar, onlarca yemyeşil bitki ağaç çiçek var. Arkada kalmış küçük balkonlardaysa asılı eski çamaşırlar, plastik ucuz dolaplar, soluk pembe leğenler, kovalar, nadir de olsa küçük, muhtemelen tozu alınmaya alınmaya rengi dönmüş, dandik masalar, o masaların üstünde genelde ağzına kadar dolu bir kültablası var. Çatılarda eski antenler, gün batıp gök pembeye dönerken iyice belirginleşiyor. Sanki birazdan biri - muhtemelen evin çok da kafası çalışmayan oğlu - çıkacak da anteni ucundan tutup sağa döndürecek, yönünü değiştirecek, belki biraz aşağı, yoksa yukarı mı. Yatak odasının küçük balkonu, salonun ana balkonu var, kapıları açtım mı öyle de tatlı esiyor inanmazsın. Klima çalıştırmadan Haziran ayında bu şehirde huzurla uyuyup uyanabiliyorum. Burası benim bu şehirdeki evim. Bu bitkilerle dolu balkon, bu kırmızı koltuklu, kocaman masalı, sarı lambalı salon, yanlış hesaplanmış bir mavi renkle boyanmış dolaplı mutfak, duş alırken açabildiğim küçük pencereden dışarıyı görebildiğim banyo benim. Burası çocukken nefesimi alıp verdiğim, adımımı attığım, biraz bildiğim, sanki hatırlar gibi olduğum, seneler sonra geldiğim ama tanımadığım şehir. Biz neredeydik, nerede yaşıyorduk diye bakıyorum haritadan, 12 kilometre var aramızda sanırım, orası da mı Atina, o zaman burası neresi? Denize çocukken çok yakındım, şimdi çok uzağım, bu kadar sıkışık, bu kadar yokuşlu bir şehir olduğunu hiç hatırlamıyorum mesela.
Mahallede gelir gelmez bira aldığım bakkalda çalışanlar Polonyalı çıktı, tam karşımda bir fırın var, İstanbul’dan geldiğimi söyleyince ‘simit simiiiit’ diye koydu poşete aldıklarımı, üç beş adım uzaklığmda Pedion Tou Areos diye bir park var, şehrin en büyük parklarından biri belki ama nasıl bakımsız, nasıl kurak anlatamam. Suriye’den gelmiş sığınmacıların, göçmenlerin çadırları var. Orada -şimdilik- kalıyor, yaşamaya çalışıyorlar. Bir de üç beş sokak ötemde Fokionos Negri diye cıvıl cıvıl bir cadde; yemek içmek istiyorsam oradan çıkmam herhalde. Muhtemelen üç dört ay sonra giderim bu şehirden; bildiğim, hayatımı kurabildiğim, kimi zaman gerçekten mutlu kimi zaman yakmak istediğim o kuzey şehirlerinden birine. Şimdilik buradayım, sarı sıcak bir mevsim önümde, Yunanca dil kursum yarın başlıyor, neyse ki sabahın köründe değil. Seçim sonuçlarına bakıyorum, yüreğim ağzımda, galiba barajı geçtik, galiba başardık. Birileri benim, bizim sesimi(zi) duydu, biraz daha iyi hissediyorum. Buzdolabına seçimde barajı geçersek, daha da gaza gelirim içerim diye biraları yığmıştım zaten. Bugün öğlen Exarcheia’da HDP posterlerini görünce deli deli sevindim zaten. Evden Exarcheia’ya yürümesi 25 dakika sürüyor, sık sık giderim bence.
En yakın süpermarketten lakerda, tarama, feta peyniri, büyük şise ouzo, salata da yaptım. Küçücük yuvarlak balkon masasına koydum hepsini. Artık ve şimdilik Atinalıyım. Sıcağı bitmez bir şehir gibi ama işte ceryan var; kadehime buz koyuyorum, ouzo döküyorum, buraya neden geldim, burada ne yapacağım bilmiyorum. Ama kazandık, ama barajı geçtik. Yüzde 13 mü? Yok artık, bizi kimse artık durduramaz. Belki biraz yer içer, demlenir, güzel güzel gülümser, sonra süslenir dışarı çıkarım. Herkes pek yakışıklı, herkes pek güzel burada, umarım herkesle sevişirim.