onyedi. haziran. ikibin. yirmi. bir
Bommel'deyim, şehrimizin en sevdiğim, yıllardır geldiğim mekanında. Arka bahçeye oturdum çünkü ön tarafta sadece bir masa boştu ve yaşını başını almış neşeyle şakıyan Hollandalı gürültüsü çekmek istemedi canım. Hollandalıların, yani özellikle bizim Brabant (yaşadığımız eyalet) tayfasının neşesi ve gürültüsü biraz meşhur, ben de bu durumdan genelde memnunum ama şimdi canım çekmedi pek. Hava doksan dört derece olduğu için de arka bahçede, kimse olmadan, gölgede oturmak işime geldi. Üstelik buradan eski evimin avlusu gözüküyor, ikide bir kafamı kaldırıp bakıp gülümsüyorum. Çalışanlardan biri sigara içiyor üç beş metre ötemde, bi de hararetli hararetli telefonu kullanarak bir takım şeyler yazıyor genco.
Manitacılıktır n'olcak başka şey mi olcak allasen? Son yazıdan yaklaşık bir hafta, Haziran'ın 2'sinde yine kendimi bisikletle Belçika'ya giderken buldum. Bisikletle şu ana kadar en çok 50 kilometre yaptım. Haritaya bakıyorum bir gün böyle dikkatli dikkatli, yine sınırı geçmek istiyorum ama 100 kilometre falan gidemem, daha yakın olması lazım, e gidince bir şeyler göreyim boşa deli eşek gibi gitmiş olmayayım. Böyle böyle aranırken buldum bir yer, yaklaşık 30 kilometre uzaklıkta, gitmesi gelmesi olacak mı sana 60, gideceğim köyün / kasabanın ismi Postel, oldukça güzel bir manastır var içinde, manastırın yakın civarında güzel bira mekanları da var. Hem dedim kendi kişisel rekorumu zorlarım biraz, hem görmediğim bir yer görmek de işin cabası, of bi de mükemmel manastır birası gömdüm mü benden iyisi yok. Taktım kel kafama türbanımı, giydim minnacık şortumu beyaz tişörtümü, yollar benim, bas gaza aşkım bas gaza. Ve fakat güzel canım çıktı, Eindhoven'a gece 10:30 gibi vardığımda götüm düşmüş halde inliyordum artık bisiklet üstünde. Manastır da güzeldi, manastırın kilisesi de, bira mekanları da, manastır birası Postel de. Yine 'BELGIE' tabelası görüp sevindim, bisikletle ülke geçmek falan, bunlar tam benim çocukluk hayallerim, gerçekleştirdiğimde aptal aptal mutlu oluyorum.
Haziran'ın günleri usul usul geçerken 6'sı gelince benim için durgun bi gün oldu tabii. Sarı'nın doğumgünü idi, ona bir şey yazamadım, onu aramadım konuşmadığımız için, Girit'te onunla beraberken gördüğümüz, en sevdiğim koyun (hayvan olan değil, körfezin küçüğü olan: koy) fotoğrafını paylaştım Instagram'da, kendi kendime kutladım öyle zavallı gibi. Haziran ayı biraz benim için zor geçiyor, Ömer amcanın ölüm yıldönümü, onun doğumgünü, ablam iki gün sonra doğuyor, ikisi birbirine bayılıyor, birbirinin doğumgünlerini kutladıklarını biliyorum, ondan iki gün sonra ayrıldığımız gün falan, aralar dereler, kutlanacak şeyler, ölümler, hatıralar, rengarenk balonlar, terastaki gözyaşları, uzaklık, özlem, son bakışı hatırlamalar, bi ağzıma sıçıyor. İnsan gibi insan olsam, 40 yaşında insan olduğumu bilip de şu hayatta bi dişe dokunur sorumluluğum olsa belki böyle melankoli girdabına kendimi kaptırmam ama bu da benim işte, n'apayım yani kendimi mi öldüreyim? 6'sının gecesinin bi köründe eve gidince o kafayla salondaki hoparlörden bangır bangır müzik çalıp Deniz'i uyandırmışım zaten, kadın yine bak ne kibar ne medeni, ben olsam beni tokatlardım. Odama gelip sadece uyardı.
Haziran'ın yedinci günü aşırı güzel bir gündü, ahretliğim Sibo Eindhoven'a geldi. Berlin'den bir trene bindi, o trenden Dortmund'da indi. Onur'la ben onu Dortmund'dan aldık. Sibel'i ne kadar sevdiğimi, onu ne kadar özlediğimi anlayamıyorum. Bazen öyle bir yoğunluğa ulaşıyor ki ölçülemez, bilinemez bir şeye dönüşüyor. İkimiz de kendi kendimize garip bir yanı yıldızlı, bir yanı karanlık bir hayatın içindeyiz, biliyoruz, birbirimize bu hayatın içinde olduğumuzu haber veriyor ama çoğunlukla ikimizin ayrı ayrı girdiği o karanlığa birbirimizi almıyoruz, daha çok yıldızların parladığı kısımda beraberiz. Bu geçen 10 gün de yıldızlarla doluydu. Neşesiyle, muhabbetiyle, eli bolluğuyla, cesaretiyle, güzelliğiyle geldi arkadaşım. Onu gördükçe sevindim, onunla bu hayatta buluştuğum için sevindim, onunla yine bininci kez kahkaha attım, onu 9 sene sonra geldiği Eindhoven'a katmak, bu şehrin bir parçası yapmak istedim ve sanırım başardım da. Sibel'e bu şehirdeki hayatımla ne anlattıysam; arkadaşlarımla evlerimizin ne kadar yakın olduğunu, Anka'nın cikcik muhabbetini, Homer'in aptal kulaklarını, sevdiğim barda çalışan eserekli oğlanı, apartmanımızın karşısındaki barı, kimlere sokakta yürürken selam verdiğimi, lubunya mekanlarını, Deniz'i Raniş'i ne kadar sevdiğimi ve artık arkadaşlık ötesi bir dinamiğe sahip olduğumuzu, hepsini gördü, yaşadı. Den Bosch'a gittik, Rotterdam'da mükemmel bir gün geçirdik, bisiklet üstünde Nuenen'e vardık, Eindhoven'ın da canına okuduk.
Sibelciğim bugün gitti, sabah tren istasyonunda tatlı tatlı sarıldık, hiç üzülmemeye çalışarak vedalaştık. Çok şanslıyız, dünyanın birçok şehrinde, istediğimiz zaman buluşabildiğimiz, hasretten kavrulmadığımız, özlemden çürümediğimiz için. Güzel bir yaz geçireceğiz, Eylül'de yine buluşacağız bir aksilik olmazsa. Martijn'ın o mükemmel bahçesinde kavuştay neşesiyle verdiğimiz pozlardan ikisi aşağıda.
Bu yazının soundtrack'i Defnor'un hazırladığı RW22 şarkı listesi oldu. 2020 zaten yaşanmadı, 2021'de de yavaş yavaş uyanıyoruz ama yine de festival, dev müzik konseri yok sonuçta. Belçika'da gerçekleşen ve dünyadaki en bilinen festivallerden Rock Werchter artık yavaş yavaş 2022 programını açıklamaya başladı. Defneciğim de en güzel şarkıları seçmiş, bize şahane bir liste kalmış. İşte o da aşağıda. Aaa bu arada ilk Covid aşımı oldum, Moderna'yı çaktılar sol koluma. Aşı yapıldığı ve ertesi gün tatlı bir 'fitness yapmışım da kaslarım çekildi' ağrı dışında hiçbir şikayetim yok. Geçti bile.
Sağlıklı, arkadaşlı, kahkahalı, müzikli yaz akşamlarına çocuklar.