top of page

eindhoven günlükleri (3)

yirmibeş.mayıs.ikibin.yirmi.bir



Biraz önce suyunu çekmiş çok sebzeli, mükemmel bulgur pilavına bakıp yine kendimle gurur duydum. Biliyorsun bu işi Ozan, baban da mı Mengen'den aşçı idi Ozan. Pilavın yarısını Rana'lara vereceğim zaten, koca döküm tencere bulguru Deniz'le yersek o Kırşehir, ben Nevşehir olarak hayatımıza devam ederiz. Bu esnada pencere(ler)den dışarıya bir göz attım ki yine yağmur yağıyor. Bu Mayıs inanılmaz geçiyor, her yazıda havadan bahsederek gerek hayatımızın ne kadar olaysız ve küçük olduğunu gerekse artık tam bir Hollandalı olduğumu kanıtlıyorum. Hollanda'da small talk mu başlatacaksın, yapıştır bi hava nasıl sorusu! Güneşliyse de konuş, yağmurluysa da konuş. Lekker weer he? Oh lekker lekker! Şu an şakır şakır güneş çıktı bu arada mesela, gerçekten allam sen sabrını ver.


Geçen on iki günde (bir önceki yazı ile şu an arasında) bisikletle şehirde daha önce hiç bulunmadığım, güzel bir bölge keşfetttiğimi söyleyebilirim. Eikenburg denilen bu bölge, hafif ormanımsı ama insanların da yaşadığı, içinde pek alımlı (Eindhoven standartlarına göre) bir kilise barındıran, şehrin bitimine yakın ama en bilinen caddelerinden birinin dibinde, hibrid bi bölge. Çayır çimen değil, sadece orman değil, park değil, bir semt değil. Hepsi. Ama işte ağaçların sağlı sollu üstünüze sonsuz bir tak yaptığı o şahane yoldan girdiğinizde şehrin sesi kesiliyor, gökyüzü ve ağaçlar ışık oyunları ile sizi mutlu ediyor, hemen karşıda görünen kilisenin cephesinde mor haçta çarmıha gerilmiş İsa sizi karşılıyor. Kiliseye bitişik bir binada insanlar bildiğin yaşıyor, ben oradayken komşular balkondan birbirine laf atıyordu, hoş geldin taşra hayatı. Yani kötü bir inşaat şirketi sloganı gibi şunu söyleyebilirim: Şehrin karmaşasından ve gürültüsünden uzakta, adeta gizli bir cennet. Karmaşık ve gürültülü şehir de Eindhoven. Yersen.





Bu geçtiğimiz günlerde bisikletle yine Belçika yapmak gibi bir planım vardı, Postel diye bir köy var, içinde de bir manastır. Çevredeki manastırları görmek istediğim ve internette baktığımda hiç de fena gözükmediği için bi uğramak istedim, gidiş dönüş toplamda 50 kilometre de hiç fena olmayan bir egzersiz olacaktı. Mart ayında mükemmel, Nisan ayında mükemmele yakın dikkat ettiğim beslenme ve egzersiz düzenimin Mayıs ayında çok affedersiniz ağzına sıçtım çünkü. Merhaba tosun Ozan, yanakların al, gıdığın bol. Nihayetinde gidemedim; en önemli sebebi gerçekten hava. Benim 50 kilometre bisiklet kullanmam, arada durmam, o köydeyken gidicem bir iki bira içicem, yok telefonuma bakmam, yok Instagram hikayesi koymam zırt pırt 5-6 saati ne bulacaktı. Günlerdir 5-6 saattir aralıksız yağmur yağmadığı bir gün geçirmiyoruz. Bisikleti tepesinde götüm, baldırlarım, bacaklarım Neşe Karaböcek gibi inlerken bir de tepeden inen rahmete hazır değilim.


İkinci sebebi ise bu aralar biraz düşük haldeyim, bisikletle uzun uzun bir yerlere gidecek, ağır egzersizler yapacak halim yok. Zaten bir gece yine hisler kraliçesi olarak dalgalandım ve duruldum. O gün bisikletle şuursuzca nereye gittiğimi bilmeyerek yola çıktım ve şehrin kuzeyine gittim de gittim ki bizim şehrimizin kuzeyini hiç sevmem, Son en Breugel'e geldiğimde (Eindhoven bitince başlayan bir kasaba) bira aldım, nehre bakan ve nehir üstünde açılıp kapanan köprüye bakan bir banka oturup insanları izledim ve bira içtim. Sonrası karanlık dünya, sonra Sarı'yı düşünüp, yok ölümleri düşünüp, yok hayatımı sorgulayıp, yok çok yaşlandığımı fark edip, bir daha asla mutlu olamayacağımı falan düşünüp ağlama nöbetleri. Erim'le Sibel'e fotoğraflar, ünlemli cümleler falan göndermişim. Ceza gibi bir tipim yemin ediyorum. Ertesi gün koma olarak geçti zaten. Yaşamadım.

köprüye baka baka

Bu arada Hollanda'da dışarda oturmak ve 6'da kalkmak şartıyla mekanlara gidebildiğimiz söylemiştim, hah işte o 6 artık 8 oldu. Geçen Bommel'deydim yine, en sevdiğim, o bahsettiğim Türkçe alternatif (ya da hangi genre ise) dinleyen Jeffrey'ciğim ben 6'ya doğru kalkmak için hazırlanırken 'hşşşş nereye!' bakışı attı. Dedim gidiyorum, kapanıyorsunuz, dedi kapanmıyoruz. Dedi o zaman bi bira daha, dedim getirmeyen şeref yoksunudur. O gün de ruh hastası gibiydi hava, şakır şakır yağdı, üç saniye sonra güneş açtı, hop yine yağdı. Ama işte bize hediye olarak da aşağıda gördüğünüz mükemmel gökkuşağı kaldı. Oturduğum yerden şu şahane manzarayı görünce de bi mutlu olmadım değil.


Gökkuşağı demişken, geçtiğimiz Cumartesi akşamı bu aranın en eğlenceli anı idi. Rotterdam'da gerçekleşen ve şartlar normal olsa belki bizim de orada Ahoy'da seyirci olarak kuduracağımız Eurovision finali vardı. Uzuuuuuun zaman sonra, pandemi şartşurt ayağına biraz da götüm atarak bu kadar insanlı bir buluşma ayarlandı evde. 9 insan (insanlardan biri küçük) bir köpek idik, ki o da küçük. Evi bir LEGEBETEKÜİKSYEZE mabedine çevirdim, peruğumu ve rainbow tasmamı taktım ve inanılmaz eğlendim. Yarışmayı İtalya kazandı, yarışmayı İtalya'nın kazanacağından emindim. Dünyadaki tek gerçek tutkum Eurovision ve bu konuda inanılmaz hırslıyım. Keşke Eurovision hırsımın yirmide birini kariyerim için falan kullanabilseydim. O gece de İtalya birinci olunca, iğrenç bir futbol holiganı gibi çirkinleştim, bunu hep yapıyorum. Instagram'dan millete laflar attım, Twitter'da Melis'e falan sitem etmişim, Sibel Fransa'ya oy verdi diye ona sinirlenmişim falan. Kavgan kimle köpek! Ama işte Eurovision ve ben, gerçekten benim için bir senenin en en en heyecanlı gecesi o. Nihayetinde uzun zaman sonra o kadar insanla bi gece geçirmek (en son o kadar kalabalık Istanbul'da Erim'in doğum günü için buluşmuştuk sanırım) çok iyi geldi. Ha ertesi gün tabii ki paranoyalar yağmuru ile ıslandım ve kesin hasta olduğumu, bir hafta içinde öleceğimi düşündüm ama yok iyiyiz gençler.



Sabahtan beri Sharon van Etten dinliyorum, Sharon van Etten'a bayılıyorum. Birazdan çamaşır asacağım, herkese sevgiler.



115 views
bottom of page