Neden tekrar gidiyorsun? Ne yapacaksın orada? E burada keyfin yerinde, niye şimdi kendini oralara sürüklüyorsun?
--- diyenlere , buna benzer başka sorular yöneltenlere uzun uzun cevaplar vermeye, ikna edici açıklamalar yapmaya çalıştım. Cevabımdan ben de memnun değildim işin açıkçası, karşımdaki(ler) de hiç ikna olmuş, beni haklı bulmuş gibi görünmüyordu zaten. Herkes gözünü ya benden kaçırıyor ya da bir şüpheyle bakıyordu yüzüme. “Yemedik bu lafları aşkım.” diyemeyenler kirpiklerini kırpıştırıyordu hızlıca. Tüm bu bahsettiğim insanlar da çok yakın arkadaşlarım ve çok sevdiklerim bu arada; en ufak bi kaş çatışında ne demeye çalıştıkları o kadar anlaşılır ki benim için. Ne ben onları kandırmaya çalışayım, ne onlar inanmış gibi yapsınlar. Tüm o ortamalar muhabbetler yapılırken, ben kendimi başka yerlere atıp tepinirken yine anlamadığım kadar hızlı geçti zaman. En son Sibel ve Melda ile Yoğurtçu Parkı’nda -Eindhoven’a dönmeme yakın konuşuyoruz-, 2021 Şubat. Elimizde biralar var. Uraz arabasında uyuyor. Orada, artık onca kuru lafımın arasında içimden sızıverdi asıl niyetim: “Ben tekrar ev kurmak istiyorum, bi evim olsun istiyorum, lambasına karar verdiğim, yatağını seçtiğim, güzel bi sanat eseri için para biriktirdiğim bir evim olsun istiyorum.” dedim. Ne bileyim küçücük bir heykel olur, hiç -daha bilinmedik- ama sonra baharlanan bir genç sanatçının bir çizimi, tasarımı olur. Kocaman pencereler, mümkünse o pencerelerden görünen bir ağaç, rengarenk ışıklar da istedim muhtemelen. Pencere pervazına koyacağım mumluğumu da biliyordum, o mumluğun ne renk olduğunu da, kahve fincanları zaten dolaptaki yerlerine kadar belliydi. Bunu başarmıştım çünkü seneler önce, tekrar yapabileceğime inanıyordum, o zaman yaptıysam şimdi daha güzelini de yapardım.
[Ya
..pa
ma..
dı.]
İnanmak, hayal etmek, istemek belki işin yarısı; ben de o bahsedilen yarıda çok emindim kendimden, başımı da dik tuttum olabildiğince. Ama inanmadığına, hayal etmediğine, istemediğine layık başka bir -karanlık ve çıkmaz- yarı da varmış gerçekten. Onun varlığını tanımaya, hayatın bazı dönemlerinde bizimle olduğuna hiç ihtimal vermemişim. De ki bu tembelliğim yüzünden, de ki inkarcı hallerimden, de ki aptallığımdan. Valla ne dersen de. Özetle, hiçbir şey yapamadım. Denedim, yeterince denemediğim için kendimi üzdüm, üzüldüğüme üzüldüm (merhaba Mirkelam!) toparlanmaya çalıştım, toparlanamadıkça tökezledim, tökezleyince düştüm, düşünce canım acıdı. Hayatını kontrol altında tutabilen, gücünü bilen biri acının geçmesi için elinden geleni yapar yoluna devam ederdi. Ben acımı görmezden geldim, görmezden geldikçe de unuttum ve uyuştum. Duygular duyguları, anlar anları kovalıyor çocuklar. İnsan dediğin bir koltukta kıvrılıp hiçbir şey yapmamaya, parıldayan güneşi görmemeye, yağmurun ferahlığını hissetmemeye çok gönüllü. Karanlık olsun istiyor uzun süre, o karanlık içinde vücudu, kalbi yosun tutsun istiyor galiba. Ya da ben istedim bilmiyorum. Herkes isterse belki o karanlık da o kaygı da paylaşılır diye düşünüyorum. Muhtemelen yanılıyorum, muhtemelen haklıyım.
Eindhoven Havaalanı’ndan şehir merkezine otobüsle giderken, otobüsün kocaman camlarından hep ‘o biraz dalga geçtiğim’ mahallelere ve o evlere baktım. Birbirinin aynısı, -muhtemelen- birbirine benzer insanların yaşadığı, sorsan hemen itin götüne sokacağım ama özendiğim, aynı mobilyalarla döşenmiş o evler. O ‘L’ koltuk gri değilse bej rengi, bej rengi değilse haki, ben sana söyleyeyim şimdiden. Umduğumdan güneşli bir gün çıktı karşıma, ben çamur rengine karışmış bir gri şehri yine sahiplenmeye niyetliydim oysa. Ortalık şıkır şıkır mavi gök, gözümün alabildiğine güneşmiş meğer. Evlere yine baktım; hep bakardım, -muhtemelen- her geldiğimde, yine bakacağım. Ne güzel koltuklar, ne incecik bardaklar, ne yumuşak kulaklı köpekler, ne aptal suratlı ama bi o kadar sevimli çocuklar var. Onlar da büyüyecek, tatlı insanlar olacaklar muhtemelen. Güneş, buz gibi havaya keskin sarısıyla eşlik ederken her ev olduğundan güzel, her bahçenin çimi olduğundan yeşil göründü bana. Hep böyle olur çünkü; saçını kestirmeye karar verdiğin gün aynaya bakınca çok güzelsindir, bir şehir sana gitmeden önce en güzel haliyle sırnaşır, aklını başından alır.
Eindhoven’ı ilk kez terk etmiyorum neyse ki. Bir kere yapan ikincisini daha yüzsüzce, daha rahat bir şekilde yapıyormuş öğrendim. Bir de Atina’da yaşarken, bu şehre nasıl da hevesle nasıl da sık sık koşa zıplaya geldiğimi hatırlatıyorum hep kendime; en azından bunu başarabildiğimi ve düzenli aralıklarla yapabildiğimi En parasız, en borçtan harçtan burnunu kaldıramadığı dönemde Sarı’nın ‘battı balık yan gider, sen yeter ki git!’ diyerek bana aldığı Eindhoven uçak biletiyle bile geldim. Her şekilde yine gelirim. Burada yürürken her şey birbirine giriyor zaten; 2008’e dönüp kendi inşa ettiğim ve birçok yazıda bahsettiğim o güzel hayatıma, Sarı’yla geçen hayatım karışıyor. Onunla Atina’da yaşarken burayı ne kadar özlediğimi, onunla tanışacağımı bilmediğim, içine daldığım Atina macerasından önce buradan ve -o zamanki cümlelerimle konuşayım- sevilmemekten ne kadar bunaldığımı hatırlıyorum. Evlerimizin önünden geçiyorum, neler değişti, kimler bu sokaklardan yürüdü, sonra -o aynı kimler- başka şehirlerin banklarına oturup bir sigara yaktı, onları düşünüyorum. Her şeyi sahipleniyor, her şeyi özlüyorum.
O evi kuramadım, o sevgiliyle beraber değilim, herhangi biriyle zaten beraber değilim. O bej, gri, haki ‘L’ koltuğu alamadım. Kocaman pencere de yok. Çocuktan, arabadan, yatırımdan bahsetmiyorum bile. Bunların nihai ya da temel gerçekler olmadığının farkındayım, muhtemelen bunlara sahip olmadığım için de kendimle gurur duyduğum anlar olacak. Ya da bana bunlara sahip olmadığım için -aslında- ne kadar şanslı olduğumu söyleyen birkaç kişi de… Hepsine gülümseyeceğim ve muhtemelen tek bir kelime bile etmeyeceğim. Hayatın ne olduğunu, neresinde durduğumu bilmiyorum. Aklımda bir şeyler vardı aslında; her gün görürüm dediğim uzun boylu, kum rengi saçlı insanlar, kiremit ve temiz binalar, başka imgeler, kareler, anlar, ağaçlar vardı ama görünen o ki onlara -şimdilik- erişemiyorum. Kendimi başarısız ve kaybetmiş biri gibi hissediyorum, bunu itiraf etmekten de çekinmiyorum. Başarısızlığın ve kaybetmişliğin göreceli şeyler olduğunun farkındayım ama şu an, şu haldeyken kendimi böyle tanımlamakta bir sakınca görmüyorum.
Önümde tekrar geri dönmeye hep korktuğum ama kısmetiyle gelmiş tanıdık bir hayat var. Kum rengi saçlı insanlar, güzel binalar, o kocaman ağaçlar yok. Varlarsa da o karmaşanın, o gürültünün, o çirkinliğin arasında gözüm zar zor seçecek onları biliyorum. Dert değil, bu bir yakınma, şikayet etme yazısı da değil. Yazının başındaki o soruları soranlar muhtemelen İstanbul’a döneceğimi öğrendiklerinde de aynısını yapacaklar. Bu sefer onları ikna edemediğim, uzun ve dolaylı cümlelerle süslediğim cevaplarım bile olmayacak, kaşlarını kaldırmalarına gerek yok. Sadece gülümseyeceğim. Belki de böylesi bana iyi gelecek.