sabah serinliğinde san rafael sokaklarında dolanırken yeni bir kahve mekanına rastladım. dünyanın her şehrinde olduğu gibi burada da bir kahveciye rastlamak en fazla beş dakikanızı alıyor. fuzz & brew toplasan 10-15 metrekarelik minicik bir dükkan. içinde bir dj kabini ve yüzlerce LP, iki minik koltuk ve tezgah var. tezgahın ardında kahve makineleri ve fincanlar, şunlar bunlar. mis gibi bir kahve demledi bana çalışan (ve muhtemelen mekanın sahibi olan) adam. içerde dünya tatlısı bir köpek ve benim dışımda iki kişi daha vardı. hiç ispanyolcam ile müzikten konuştuklarını anladım biraz. rolling stones dediler, mick jagger dediler. köpecik kuyruğunu pıtpıt vurdu, baygın gözleriyle bize baktı, onu sevmeme izin verdi. kahvemi içtim, eve geldim, duş aldım ve çıktım yola. bugün antropoloji müzesi ve chapultepec parkı günü.
günün ilk öğünü için bu sefer ne sokak yemeği ne de bir taco mekanı seçtim. canım biraz rahat bir mekanda adamakıllı, yumurtalı bir kahvaltı yapmak istedi. müzeye gitmeden önce reforma'nın (evet yine o cadde) iki kuzey paralelinde rio lerma caddesinde bir mekanı gözüme kestirdim. adı peltre. rio lerma caddesi de bu arada sağlı sollu tamamen yemek mekanlarıyla dolu bir cadde. mekanlar biraz daha posh ve özenli. turistlerin de kaldığı bir bölge olduğu için mesela ingilizce menüsü de olan mekanlar var burada. hiç dert değil, hatta arada iyi bile geliyor. peltre de o mekanlardan biriydi. içeri girdim kendime oaxaca usülü yumurta söyledim. mole (özellikle oaxaca bölgesinde yapılan, içinde onlarca baharat, tahıl, kakao vb. şeyler barındıran, yapması oldukça zahmetli bir sos) içine kırılmış yumurtanın altında bir tortilla ve üstünde avokado, plantain (pişirilebilen ve çok tatlı olmayan bir çeşit muz) ve kişniş vardı. yanına buz gibi bir greyfurt suyu geldi. her şey çok lezzetliydi, çalışan genç garson ben mekanın girişinde tezgahın arkasındaki panoda yazan yemek isimlerini gözlerimi kısarak okumaya çalıştığımı görünce hemen menüyü tekrar masama koydu. defterime yemek isimlerini not aldığımı görünce gülümsedi. yemeğimi bitirdim, biraz yürüdüm, reforma'dan metrobüse bindim ve 5 durak sonra antropoloji müzesi önünde indim.
ülkenin en büyük ve en çok ziyaret edilen müzesi ünvanına sahip antropoloji müzesi için ne diyeceğimi gerçekten bilmiyorum. instagram'a o gün "lizbon’daki gulbenkian ve danimarka’daki louisiana müzelerinden sonra aklımın çıktığı bir başka müze mexico city ulusal antropoloji müzesi oldu. iştahla dört saate yakın gezdim. müze değil böyle tapınak gibi mabet gibi bir şeydi. çılgın bi şeydi deli bi şeydi. öğrenecek ne çok şey var." yazdım. daha ayrıntılı anlatabilmek, ne hissettiğimi ne gördüğümü daha süslü cümlelerle paylaşmak isterdim. bunu başarabilseydim bile eksik kalırdı, öyle düşünün. 1964 senesinde dünyaca ünlü meksikalı mimar pedro ramírez vázquez'in jorge campuzano ve rafael mijares alcérreca ile beraber tasarladığı müze, büyük bir avlunun etrafında sıralanan sergi salonlarından, o salonların çevresindeki açık alanlardan oluşuyor. avluya girdiğinize devasa bir süs havuzu sizi karşılıyor. havuz dediğime bakmayın, aslında şemsiye şeklinde dev bir sütunun tepesinden akan sular avluya dökülüyor. sütunun üstünde ise müze içinde de görebileceğiniz figürler var.
23 salonun genişliği toplamda 8 hektara ulaşıyor neredeyse. pre-columbian (kolomb öncesi) medeniyetlere ait binlerce eseri ayrı ayrı salonlarda, profesyonelce düzenlenmiş şekilde görüyoruz bu müzede. temel görseller ve her salondaki, sadece en ilgi çeken eserler hakkında ingilizce açıklamalar olmasına ve dürüst olayım, bazı salonları ayaklarımın ağrısı yüzünden hızlı hızlı geçmeme rağmen benim müzeyi bitirmem 4 saati aştı. ispanyolca bilseydim ve her açıklamayı okusaydım herhalde tüm gün oradaydım. müze açıldıktan sonra dünyaca ünlü kurumlar, sanatçılar ve aydınlar tarafından övülse de karşıt sesler de yükselmiş bu arada. octavio paz gibi bazı sanatçılar müzenin içinde barındırdığı kutsal ve görkemli parçaların aynı salonda barınmasına dikkat çekerek, müzenin bir tapınak haline döndüğünü belirtmiş ve bu durumu eleştirmiş. eleştiriye katılmasam da ne demek istediklerini oldukça iyi anlıyorum. çünkü size o hissi gerçekten veriyor. müze, evrimi anlatarak sizi karşılıyor ve sonrasında mezoamerikan kültürlerine ait elinde ne varsa sizinle tanıştırıyor. bugün abd'nin güneybatısında yer alan, günümüz meksika topraklarında bulunan ve orta amerika'ya kadar uzanan bir bölgeden bahsediyoruz. antik kentleri, gelenekleri, süslemeleri, el işçiliği ile yapılmış binlerce objeyi görüyorsunuz. ben müzeden en son sesli sesli inleyerek çıktım. son gücümü müze mağazasında kullandım ve müzeden çıktıktan sonra bir saat hiç kıpırdamadan oturdum bir bankta.
müze sonrası amacım şehrin en büyük parklarından chapultepec'i gezmek ve hatta tepesine çıkmak, kaleyi görmek ve mümkünse oradaki tarih müzesine de bir göz gezdirmek idi. iyi niyetlerle başlayan yürüyüşüm çok uzun sürmeden eve dönüş rotasına geçmemle sona erdi. parkta otururur dinlenirim biraz huzur bulurum diye düşünmüştüm ancak insanlar haliyle çoluk çocuk geziniyordu parkta. çoluk çocuk demek gürültü demek. park aynı zamanda küçük bir ticaret merkezi. her yerde tezgah ve bir şeyler satmaya çalışan insanlar var. yok onların bağırışı, yok onların düdüğü, yok çocuk çığlığı derken deli divane bir yer haline geldi park yani. sabah enerjisiyle, hiç yorulmadan görseydim belki ben de eğlenir daha uzun zaman geçirirdim ama müze sonrası yorgun halimle katlanamadım. bi de müzeye gitmek için tepesine çıkmak gerekiyormuş, tepe bana baktı ben tepeye baktım ve anında vedalaştık.
eve yürüdüm, biraz uyudum, ben evde güzel güzel mezcal içerken akşam oldu bile. akşam yemeği için gözüme kestirdiğim mekan, benim semt san rafael'in bitiminde, sınırlarında bir mekandı. 15 dakikalık bir yürüyüş sonrası mekanın kapanmış olduğunu anladım. yağmur bastırdı o esnada, çok uzun etmedim, mahalleye tekrar giriş yaptım ve gözüme köşe başında bir pizzacı kestirdim. meksika'dayım diye günün her öğünü illa meksika yemeği yiyecek değilim ya. oturdum mekana, hemen bir kadeh şarap ısmarladım. yağmur yağdı ben şarabımdan yudumladım, insanlar geçti önümden ben onlara baktım. chorizolu, chipotleli, avokadolu; olabildiğince meksikalı bir pizza ısmarladım kendime. ayı olduğum için tezgahta gözümün kaldığı empanadalardan da bir tane söyledim. içinden kuru üzüm çıkınca kendisiyle ilişkimi anında kestim. ingilizce bilmeyen dünya tatlısı çalışan kadın beni chipotle'nin acı olduğu konusunda uyardı. olmayan ispanyolcam ile 'varsın olsun' dedim, durumu kabullendim. acıysa acı, bir daha ne zaman gelip de yiyeceğim allasen. ben pizza yerken önümden arabasıyla tamales satan çocuk geçti. sonraki günlerin birinde akşam çıkıp, ondan tamales almaya söz verdim. pizzamın yarısını paketlettirdim, eve döndüm. yağmur yağmaya devam etti. pencereyi açtım yağmuru dinledim. dördüncü gün de böyle bitti.