top of page

atina'dan (bir)

Gözümü açtığım gibi yine tavandaki o küçük tavşanı görüyorum. Günaydınlaşıyoruz. Zamanında çatıdan akan su yüzünden minicik, tavşan şeklinde bir iz kalmış. O gün bugündür orada. Zor kalkıyorum yattığım yerden. Çorabımın tekini çıkartmayı akıl etmişim, diğeri hala ayağımda. Hafif zonklayan kafamı daha da perişan etmek istercesine bir anda eğilip yatağın altına bakıyorum çorabı bulmak için ama orada değil. Birazcık gücüm olsa koca yorganı sallar, çorabıma kavuşurum ama kolumu kaldıracak halim yok. Hemen çekmeceyi açıp olabilecek en kalın kazağı bulmaya çalışıyorum, evin içi buz gibi. Koyu yeşil, kocaman düğmeli, valize konduğunda valizin hacminin yarısını kaplayan emektar orada duruyor ters düz olmuş bir halde. Kaç sene önce aldı acaba bu kazağı? En az beş senesi vardır. Kazağı bir hızla üstüme geçiriyor ve mutfağa gidiyorum. Terasa açılan kapıyı kitlememişim, yine açılmış kendiliğinden. Sızmaya yakın hatırladığım tek şey rüzgarın sesiydi zaten, olacağı buydu, buz gibi olmuş burası. Bir hızla kapıyı kapatıp mutfağa bakıyorum ne hale getirmişim diye. Tezgahın üstünde mandalina kabukları var, iyi en azından meyve yemişim. Bulaşıklığın önüne de şarap kadehini bırakmışım. Kadeh yarısına kadar dolu, bordo kahverengi izler kalmış dudaklarımdan. İkinci şişeyi de bitirmişim neredeyse. Eve beş on adım uzaklıktaki küçük marketten alıyorum bu ucuz Girit şarabını. Beni -artık- tanıyan ve benimle ısrarla konuşmaya çalışan kızıl saçlı kasiyerin çalıştığı mahalle marketinden. Her gittiğimde kadının saçlarına bakıyorum uzun uzun. Hala saçını kızıl renge boyayan mı var? İkinci şişenin dibinde kalan şarabı döküp terasa koyuyorum diğer boş şişenin yanına. Bir ara cam çöpünün nerede olduğunu bulup cam şişeleri atmam lazım, sürekli değiştiriyorlar sokağını. Ne çok şey yapmam lazım aslında. Bu şehre aylar önce adımımı attığımda hayal ettiklerimin, dilediklerimin arasında bu yoktu; şu anki acınası halim. Ben bu halimden kurtulmak, bu sevmediğim kendimden uzaklaşmak için tası tarağı toplayıp geldim Atina’ya. Neden böyle oldu? Kahve içmem gerekiyor, duştan önce sütsüz şekersiz bir kahve ve ona eşlik edecek üç dal sigara işimi görür.


Terasa bakıyorum, tentelerin arasından sızabildiği kadar güneş sızmış. Kış güneşi insanın umudunu koruyup kolluyor biraz da olsa, minnettar hissediyorum kendimi. Rengine kanıp aldığım ama bir boka yaramayan ısıtıcıya su doldurup ocağa koyuyorum. Birazdan o kıpkırmızı minicik kapağı tıngır tıngır ses çıkarmaya başlar sinir bozucu bir şekilde, ben de elimi bininci kez yakarak kahvemi hazırlarım. Hayatımda bu kadar kötü tasarlanmış bir ev aleti görmedim sanırım. Yüzümü yıkayıp radyoyu açıyorum hemen. Salondaki eşyalara bakıyorum ilk defa görmüşümcesine. Bu eve ilk kez geldiğimde ürkek adımlarıma ürkek bakışlarım eşlik ediyordu hatırlıyorum. Çok sıcak onca gecelerin bir tanesiydi. Gözüme ilk çarpan salondaki ceviz antika masa ve çevresinde sıralanmış altı Viennese sandalye idi. Masanın üstündeyse iki büyük cam vazo vardı, vazoları gösterip “dadımdan kaldı” demişti gülümseyerek. Beş yaşındayken dadısıyla çektirdiği fotoğraf ise kütüphanenin en üst rafında duruyordu, fotoğrafta kırmızı lacivert çizgili kazağı ve özenle taranmış kum rengi saçları ile o kadar tatlıydı ki…


Sonra uzun uzun vitrinin içine özenle yerleştirdiği eski oyuncakları gösterip, onları nereden aldığını anlatmıştı; güzel elleriyle, uzun uzun uğraşarak, dolap içinde küçük bölmeler hazırlamıştı hepsine, her bölmeyi minicik ampullerle aydınlatmıştı. Salonun ortasındaki sehpanın üzerine özenle yerleştirdiği sanat ve şehir kitapları, Roma’da yaşayan arkadaşının hediye ettiği seramik çanak, tahta bardak altlıkları, tek renk ama farklı boyda mumlar… Evine o ilk geldiğim gece heyecandan ölecek gibi olduğum, hiçbir eşyayı incitmemeye çalıştığım o geceden sonra bugün yine her şeye uzun uzun bakıyorum bilmem kaçıncı kez. Hepsi bu evde onları ilk gördüğüm zaman neredelerse bugün de oradalar, hiçbir şeyin yerini değiştirmedim. Yunanca, çok eski bir şarkı çalıyor radyoda, incecik bir kadın sesi hüznüyle dolduruyor evin içini. Koltuğun üstündeki yastıklardan birini düzeltip dönüyorum mutfağa. Evde değişiklik pek sevmezdi o, yastığın yeri birazcık bile değişse hiç söylenmeden, naz etmeden, kendi kendine koyardı yerine. Su kaynamış, buhar dolmuş mutfağın içi. Terastan mutfağa dolan güneş ışığının belirginleştirdiği, kıvrıla kıvrıla yükselen buharı izliyorum bir süre. Kahvemi hazırlıyorum, içeriden beş senedir giydiğim ve içi yırtık montumu alıp terasa sigara içmeye çıkıyorum. Koca bir yazı bu terasta geçirdim sayılır; uyanır uyanmaz, sabah serinliğinde, daha ısınmamış taşa çıplak ayaklarımla basıp, terasın bir ucuna yürümeyi hep çok sevdim. Şehir uyanırken, canlanırken şehrin sesine eşlik etmek hep mutlu etti beni. O benden sonra uyanırdı hep, ben genç yaşında bile emekli albay gibi uyananlardanım çünkü. Sabah sessizliğini, sakinliğini severim. Uzun uzun, yavaş yavaş geçirmeyi severim sabahlarımı, mümkünse herkes benim gibi, erkenden uyansın isterim. Kahvem elimde karşı binanın üçüncü katındaki komşumuza bakarak yakıyorum günün ilk sigarasını. Kadın yine çamaşır asıyor, inanılır gibi değil! Sabah akşam, yaz kış çamaşır asıyor komşumuz. Kocaman memeleri ve üstünde çoğu zaman giydiği o koyu kırmızı, çamaşır suyu lekeleriyle dolu bluz var. Açık mavi leğenden aldığı çamaşırları teker teker asıyor terasını bir köşeden diğerine çapraz kesen çamaşır ipine. Evlerinin perdeleri açıkken gördüğüm kadarıyla ondan biraz daha yaşlıca bir kocası var, bu astıkları da onun olsa gerek; rengi atmış eski kazaklar, bej çoraplar, çirkin yaşlı amca fanilaları ve iki atkı. İlk sigara bitince daha fazla üşümemek için içeri giriyorum. Kahvenin de yarısından fazlasını içmişim bir hızla. Fincanı koridorda, iki haftalığına Eindhoven’a gittiğim zaman, elleriyle yaptığı ayakkabılığın üstüne bırakıp yatak odasına dönüyorum yatağı toplamak için. Yorganı hafifçe silkelediğim gibi çorabın teki düşüyor yere, alıp kirli sepetine atıyorum bir hızla. Kirli sepetinin üstündeki küçük sepette, gözünde arpacık çıktığı zaman kullandığı krem duruyor, gözüm takılıyor. Aynanın önünde benim çok da bayılmadığım ama onun severek kullandığı parfümü var. Her sabah evden çıkmadan altı fıs; iki fıs boynuna, iki fıs kulaklarının arkasına, iki fıs bileklerine. Sabahları bu koku ile evden çıktıktan sonra o, ben yatağı toplardım; bazen kapıdan onu uğurladığım gibi, bazense biraz daha uyuyup uyandıktan sonra. Önce misafiri, sonra bir parçası olduğum bu evin kurallarını, alışkanlıklarını değiştirmek gibi bir niyetim olmadı çünkü. Sabahları o hep toplardı yatağı, dağınık bırakmazdı hiç. Öğlene kadar evin içinde oyalanırdım genelde; evde toparlanacak bir şeyler varsa onları toparlar, müzik dinler, kitap okur, iş bakar, arkadaşlarımla muhabbet eder, bilgisayarın karşısında boş boş zaman geçirir, duşumu alır öyle çıkardım evden. Hava insanı üzmez Atina’da pek, hele ki sonbaharda. Eylül ortasında beraber yaşamaya başladığımızı hesaba katarsam bu evden çıktığım hemen hemen her gün ben, yürürken, bir cafe avlusunda defterime uzun uzun cümleler yazmaya çalışırken, onun arabasını alıp şehrin güneyine, çok kalabalık olmayan plajlara giderken bana eşlik eden pırıl pırıl bir güneş oldu. Her seferinde havanın ne kadar güzel olduğunu söylediğimde, o ciddi suratını takınıp uyarırdı beni: “hep böyle gitmeyecek, hava soğuyacak biliyorsun değil mi?”. Soğudu evet kimi zaman, onun dediği gibi oldu; evi boylu boyunca saran o kocaman terastan buz gibi hava doldu içeriye, bazen sabaha karşı rüzgarın o tiz sesiyle açtım gözlerimi ürkerek, terasta onun çok sevdiği ağaçlardan bazıları her seferinde devrildi, içimden küfrederek buz gibi de olsa çıktım ayağa kaldırdım o ağaçları, o hep öyle yapardı çünkü. Ben bu şehre sıcak bir yaz akşamı attım adımımı. Koca bir yazı balkonlarda, sahillerde, şehrin kaldırımlarında, parklarında, gölgede duran masalarında geçirdim. Kışın geleceğini, içimizin üşüyeceğini, kara bulutların o kocaman balkonlu apartmanların üstünde homurdanarak duracağını biliyordum. Yağmur bile yağacaktı, ondan da emindim. Beraber olsaydık, ikimiz aynı anda üşüseydik, aynı anda ıslansaydık, aynı anda havaya sövseydik ne iyi olurdu. Hiç beklediğim ve istemediğim şu halimle, tek başına boğuşmak zorunda kalmasaydım.



Bitirdiğim kahvenin fincanını, dünden kalan şarap kadehini, mandalina yediğim kâseyi ve iki bıçağı yıkıyorum; ocağın üstünü, tezgâhı da siliyorum bir aceleyle. Mutfak bezlerini özenle katlayarak yerlerine asıyorum her zamanki gibi. Ablamı arayıp uçağının ne zaman ineceğini öğrenmem lazım. Eşyaları toparlarken ve buradan ayrılırken yanımda olsun istedim, tek başına çok zorlanacağım çünkü biliyorum. Her şeyi tek başına, kendi kendime halledebileceğim zaman değil bu zaman. Yarın bir aksilik olmazsa burada olacak, bir hafta sonra beraber döneceğiz İstanbul’a. Aklıma bu terasta tanıştıkları akşam geliyor ister istemez, o zamanlar kiraladığım küçük evde yaşıyordum hâlâ, akşama doğru, benim balkonda demlendikten sonra taksiye atlayıp gelmiştik buraya. Birbirlerini seveceklerinden ve iyi anlaşacaklarından emindim, öyle de oldu. Türkçe “abla” demeyi öğrenmişti benden birkaç gün önce, kapıdan içeri girdiğimizde, doğru söyleyip söyleyemeyeceğinin tedirginliğiyle “merhaba abla” demişti tatlı tatlı. Mahalledeki pek popüler, pek meşhur mekanlardan birine gidip yemek yemiştik, lise yıllarından bir arkadaşı ve onun Fransız sevgilisi de katılmıştı bize. Ablam genelde benimle olduğunda, kendini güvende hisseder ve sarhoş olmamak için kendini kasmaz. O gece de kasmadı; üstelik bu sefer hem kardeşi, hem onun sevdiceği yanındaydı, gönlünce içti, bol bol konuştu, bol bol güldü. Gecenin sonunda, ablamı yatırıp balkonuma sigara içmek için çıktığımda, zifiri karanlığın ve sessizliğin tadını çıkarırken ne kadar da mutlu olduğumu düşünmüştüm. İnsan sevdi mi kimseye sevdiğini onaylatma çabasına girmiyor, kendi bildiğini okuyor ama yine de ikisinin iyi anlaştığını görmek, bir ara ablamın, onun omzuna elini koyup çoşkuyla ona bir şeyler anlattığına şahit olmak mutlu etmişti beni. Şimdi, onun yokluğunda, onu ne kadar özlediğimi düşünüp kendi kendime üzülüyorum. Oysa, çekip gitmeye, eski hayatıma dönmeye ne kadar da kararlıydım. Sabah saatlerinde onu uğurlayıp kendi işsiz güçsüz hayatıma döndüğümde, bir zavallı biri ne yapıyorsa ben de aynısını yapıyordum. Sabahın 10’unda, önceki geceden kalma yemeği, tabağa bile koymaya zahmet etmeden, tencereden bitirip, ağzımı silme gereği duymadan 3-4 saat daha uyuyup, uyanıp kendime geldiğimde -ki bu kahve içip yüzümü yıkamaktan ibaretti- markete gidip en ucuz şarabı almaktı tek yaptığım. Apartmanın yakınında, köşedeki kahve mekânında çalışan çocuk biliyordu artık beni. Üstüme düzgün gözüktüğünü zannettiğim ne varsa giyiyor, sokaktan bir an önce eve dönmek için hızlı hızlı yürüyordum. İşte arada kahve yapan çocuğun bakışlarına ve çekingen selamına rastlıyordum yürürken. Gülümsemeye çalışıyor, benim hakkında ne düşündüğünü merak ediyordum ister istemez. Aynı saatlerde, aynı kılıksız halde, aynı hızla, aynı yöne yürüyordum hep. Marketten döndüğümde, hava güzelse balkona oturur, yüzüme vuran güneşe aldırmadan içer, bir şeyler yazmaya çalışırdım çaresizce. Her seferinde yazarak iyileşeceğimi düşünür, yazmanın bana iyi geldiğini, yazarak hayatımı toparlayacağını zannedip kandırırdım kendimi. Akşam saat kaçta geleceğini öğrenip ona göre önlem almaya çalışıyordum kendimce: 9 gibi gelecekse 8’de içki içmeyi keser, bulaşıkları yıkar, ortalığı toparlar, duş alır, dişlerimi fırçalar öyle karşılardım onu. Sarhoş değilmişim gibi davranır ama saçmalardım çoğu zaman. O işinden bahsettiği zaman ilgiyle dinliyormuş gibi yapar, bu evden ayrılacağım anı düşünürdüm hep. Valizleri kapatıp, not yazacağım o anı resmederdim zihnimde.


Kimsenin desteğini almadan, kendi ellerimle kurduğum hayatımı özlediğimi itiraf etmiştim çünkü kendime. Yıllarca sevgilisiz olmaktan, sevilmemekten şikayet etmiştim ama eski günlerime dönmek istiyordum.

68 views
bottom of page