- Yazı yayınlanma tarihi: Nisan 2018 (www.themahmut.com) -
Çok küçükken tek TV kanallı Türkiye dönemindeydik, belki TRT 2 de vardı çok net hatırlamıyorum. İlk özel TV kanalı 7-8 yaşıma denk düşse gerek. Hoş 4 tane, hadi arttırıyorum 5 tane olsa ne yazar, hepsinde akşam 8 haberleri aynıydı. Türkiye haberleri bitince de tanımadığımız bilmediğimiz yerlerden korku dolu haberler gelirdi, Belfast'ı ve Kuzey İrlanda'yı ilk öyle anımsıyorum. O yaşımdaki aklımla dünyanın bir ucunda, hiç anlamadığım bir sebep yüzünden, hiç tanıyacağımı düşünmediğim insanlar, hiç bilmediğim nedenlerle birbirlerini öldürüyorlardı. Anahtar kelimler: "IRA, Dublin, İngiltere, İngiliz Parlamentosu, terörist, ölü, yaralı, Belfast, Katolik, İrlanda, Cumhuriyetçi, Protestan" falandı. Sonra sonra biraz daha insan olmaya başladığım zaman okuyup öğrenmiştim gerçekleri. Elimden geldiğince tabii.
Belfast'taydım. İnsan neden Belfast'a gider diyenleri duyuyorum ve hak veriyorum ve hatta "hay fayf" diyorum ama yolum düştü işte. Başka planlar yapmıştım, o olmayınca, Belfast'ta yaşayan Yunan arkadaşlarımı da hesaba katıp planlarımı değiştirdim. Çocukluğumdan beri yarı korkuyla yarı merakla anımsadığım bu şehre gitme fırsatı olunca kaçırmadım tabii ki. Üstelik pub'ları güzel olan hiçbir şehre gitmekten imtina etmem arkadaşlar. Sheffield bile olsa, Liverpool bile olsa.
Cuma akşamı evin önünden, Atina Hilton durağından havaalanına giden otobüse bindim; gezeceğim ve daha önce görmediğim bir yerde bulunacağım için içim kıpır kıpır. Dublin'e giden uçağın kapısında buluyorum kısa sürede kendimi. Ryanair kepazeliği ile uçacağım için kaygılıyım, zira uçuş 4,5 saat. Korktuğum gibi gelişmiyor olaylar, yüzde 60'ı dolu, sessiz yolculara sahip bir uçuştayım neyse ki. Söylenenden 40 dakika önce, 3 saat 50 dakika sonra iniyoruz Dublin'e. 16:50'de. Benim Belfast otobüsüm saat 18:00. Terminaldeki pub'a gider miyim giderim, bir hoş geldin Guinness'i içer miyim içerim. Ortalık kızıl / kırmızı / ginger saçlı, gülümseyen İrlandalılar ile dolu. Daha ne isterim acaba?
Belfast'ın otobüs terminaline ulaşıyoruz saat 19:50'de. Arkamda oturan İsviçreli genç kadının durmadan ve yüksek sesle, arkadaşlarına İsviçre'den bahsetmesi bile keyfimi bozmamış, onu öldürmemişim. Düşünün ne kadar güzel bir yol. Hava hala aydınlık, güneş bile var azıcık. Belfast; otobüs camlarından, pek acınası gözüküyor biz ona yaklaşırken. Kötü bir sanayi şehri gibi, hiçbir cazibesi olmayan. İniyorum otobüsten, bakıyorum haritaya; Anastasia ve Nikos'un evi yarım saat yürüme mesafesinde, güneye doğru. Yürüyor muyuz, ooo yes. 4 durak için otobüse binenler utansın. Taksiye binenler zaten gözüme gözükmesin.
Troubles, Belfast ile (aslında Derry şehri de var ve hatta Belfast'tan daha bile önemli ama şimdilik geçeceğim) anılan bir terim. 30 sene süren, şehri ve hatta tüm Kuzey İrlanda'yı dünya haberlerine konu eden, orada yaşayan insanların hayatını etkileyen bir dönem. En sığ ve yüzeysel halimle yazıyorum konuyu, araştırmak isteyenin internet önünde, daha fazla bilgisi olan ise beni affetsin. Konu şu; Kuzey Irlanda topraklarında neredeyse yarı yarıya, iki ayrı görüşlü topluluk var. Loyalist arkadaşlar İngilizler, yaşadıkları yerin İngiltere olmasını istiyorlar ve çoğunlukla Protestanlar. Republican arkadaşlar İrlandalılar, İrlanda ile birleşmek istiyorlar ve çoğunlukla Katolikler. Tüm düşünceleri, fikirleri, inançları ayrı ama hayatı zehir etmek konusunda birleşmişler. Şehirde bombalar patlıyor, semtler birbirinden duvarlarla ayrılıyor, iki ayrı topluluk birbirinden nedensiz (ya da çok nedenli) nefret ediyor ve 30 sene boyunca, bu kimsenin aklına gelmeyecek, Allah'ın unuttuğu yerde korkunç bir dönem yaşanıyor. Yaklaşık 4000 ölü, onun en az 10 katı yaralı, onun en az 100 katı kadar kafayı sıyırmış insan. Kötü havası, dünyanın en izole yerlerinden biri olması yetmiyormuş gibi bir de bombalar. Bir de milliyetçilik, bir de din, bir de gerizekalılık. Bu konuya geri döneceğiz.
Anastasia ve Nikos'un evi çok tatlı, Nikos zaten Queens University çalışanı bir eğitimci, okula yakın, oldukça güzel bir mahalledeler. 2-3 saat durmadan konuşuyoruz ama her 1 yaşını doldurmamış bebekleri olan çift gibi onlar da saat gece 10 gibi esnemeye başlıyorlar. Ev anahtarını alıyor ve çıkıyorum dışarı. İlk durağım the Parlour. Üniversitenin ta dibinde bir stadyum büyüklüğünde bir mekan. Bahçesi var, üst katı bar, bar kenarında müzik dinlenen kısmı bar, gürültüye gelemeyenler için özel odaları var. Otobüs istasyonundan eve giderken yürüdüğüm rota beni yeterince şaşırtmamış, bu mekanda da şaşırmaya devam ediyorum. Kötü haberleri duymaya alıştığım bi şehirde insanlığa dair bi şey görmemeye hazırlamışım kendimi, oysa alakası yok. Burası yıkılıyor çocuklar. Çok abartmadan, iki bira sonrası eve dönüp minnoş gibi uyuyorum.
Sabah uyanıyoruz, benim aklım fikrim Giant's Causeway'e gitmekte. Çocukları da rahatsız etmek ve zorunlu kılmak istemiyorum bu konuda. Arabaları var, beraber gidebiliriz evet, zaten daha önce de belki benimle gelebileceklerini, daha doğrusu beraber gidebileceğimizi söylemişlerdi ama yine de temkinliyim. Sabah mırıl mırıl tostumuzu yerken soruyorum gelecek misiniz diye; son 10 ayında sürekli bebek bezi değiştirip canından bezen Anastasia'dan yükses sesle cevap geliyor: TABİİ Kİ GELİYORUZ, TABİİ Kİ BERABER GİDECEĞİZ!
Düşüyoruz yollara, bu arada hava deli gibi güzel. Öyle böyle güzel değil ama. 2017 Temmuz'da buraya taşınmış Anastasia ve Nikos, ikisi de 7 dakikada bir havanın ne kadar güzel olduğunu, geldiklerinden beri bu kadar mavi bir gökyüzü görmediklerini haykırıyorlar bana. Benim bir Yunan tanrısı olduğumu unutuyorlar, affediyorum ikisini de.
Yine çok kısa bahsedeceğim, Giants Causeway, 40bin tane, boyları birbirinden farklı 6gen sütundan oluşan, okyanus kenarında masal mekanı gibi bir yer. Zamanında kabına sığmayan bir volkan patlayınca olanlar olmuş ama günümüzde efsanelere inanmak daha kolay biliyorsunuz, işin bir de o şekil bir hikayesi var. Deniyor ki Fin MacCool isimli dev mi dev bi arkadaşımız İngiltere ve İskoçya'yı birleştirmek için bu ortamları bize yaratmış. Yerseniz.
Giant's Causeway, İzlanda gibi Uruguay gibi çocukluk hayalimdi benim. Elbet ulaştığım, oraya adım attığım için kafayı yedim. Ve akıl almaz güzellikte idi. Giriş kapısından içeri girip aşağı doğru yürümeye başladığım zaman nefesim kesildi. Hava yine o kadar güzeldi ki deniz bile, burada masmavi gözüküyordu. Aslında burası bir koy, körfez, öyle düşünün. İki tane uçurum, falez arasında kalmış bir bölge ve neredeyse tam ortasında 6gen, 40bin tane sütun. Sütunlara çıkıp sütunlardan inmek, o esnada okyanusa bakmak, hayatın ne güzel bir şey olduğunu düşünmek bedava. Mekana gitmek ise 11,50 pound. Online bilet alırsanız 10. Hadi yine iyisiniz, bir sır vereyim, gift shop ve WC olan giriş binasını kullanmayacaksanız bedava. Ben ruhen tam bir Avrupalı olduğum için tabii ki bileti online aldım. Çişiniz gelmeyecekse giriş kapısının olduğu binanın sağında bulunan tünelden kıvrılın ve aşağı doğru yürümeye başlayın. Çişiniz varsa 10 pound. O da ucuz versiyonu. Şaka bir yana, mükemmel bir yerdi Giant's Cause. Fotoğraflar aşağıda.
Dönüş yolunda Bushmills'e uğradık. Bir rivayete göre, dünyanın en eski viski imalathanesinin olduğu kasaba. İmalathane orada taş gibi duruyor, içinde de şahane bir mağazası var ama biz Giant's Causeway'de o kadar zaman geçirdik ki imalathaneye giremedik. Kapanmıştı yani. Dışarıdan baktık, el salladık. Kasaba ise Kuzey İrlanda'nın en görülmeye değer yerlerinden biri olarak nitelendirilse de yalan. Tam bir taşra; bi dondurmacı, üç güzel ev, iki park var diye kanacak değiliz. Ama oranın insanları seviyor demek ki, çünkü cıvıl cıvıl. Biz kasabayla aynı isimde çok eski bi otelin restoranında yemek yedik, karnımızı doyurduk ve döndük Belfast'a.
Sonraki yazı: Belfast mahalleleri (1)