Arnavutluk, Yunanistan'ın kuzey komşularından. Diğeri de -yeni resmi ismiyle- Kuzey Makedonya, bir başkası da Bulgaristan, Türkiye de kuzey komşusu aslında bakarsanız. Yunanistan'ın batısı, doğusu ve güneyi deniz zaten, o yüzden oralarda kara komşusu yok. Daha ne kadar uzatabilirim?
Arnavutluk'u her zaman görmek istedim, bu kadar yakınımda olması, zamanın en kapalı ülkelerinden biri olması, burada (Yunanistan'da) yaşayan azımsanmayacak Arnavutluk'ten göç etmiş insan sayısı, Doğu Avrupa / Balkan ülkelerine olan ilgim görmek istememin sebeplerindendi. Zaman zaman okuduğum, göz gezdirdiğim gezi bloglarında ülkenin aslında turizm açısından inanılmaz bir potansiyeli olduğu, ancak hala keşfedilmediği, üç beş seneye bir turizm patlaması beklendiği yazıyordu sürekli. Dağ deseniz var, deniz deseniz var, Osmanlı mirası, ülkedeki Ortodoks kesimin eserleri, işte ay yemekleri de nasıl leziz, aman da insanlar çok tatlı. Yazmışlar da yazmışlar. E o zaman neden bir de ben yazmayayım? Ben ülkenin başkenti Tiran ve güneydeki sahil kasabası / şehri Sarande'ye gittim sadece. Berat, Durres ve Gijrokaster şehirlerini de görmek isterdim ancak bu sefer olmadı, bir sonraki sefere umarım. Buyrun o zaman yüzeysel seyyah iovanzaim'in Arnavutluk maceralarına.
Tiran
Tiran'ın minik havalimanından çıkması yaklaşık 12 dakika sürüyor, bagaj beklemiyorsanız. Bagaj bekleme alanına bir de döviz bürosu kondurmuşlar, küçük bir miktar da olsa paranızı (Euro ya da Dolar olması lazım) orada bozdurmanız lazım, evinizin bir köşesinde balya balya Lek yoksa. Kur tabii ki şehir merkezlerindeki döviz burolarına göre daha kötü ama ölümcül kötülükte değil. Bir Euro şehir merkezinde 121 Lek, burada ise 117. Geliş terminalinin kapısından çıkıp dümdüz yürüdüğünüzde hemen karşıda bir minibüs göreceksiniz, saat başı kalkan bu minibüs sizi şehir merkezine götürüyor. Ne yazık ki sadece saatte bir, 17:02'de o kapıdan çıktıysanız 58 dakika havalimanı keyfi sizi bekler. Bu arada terminal çıkışı, taksici tacizi neredeyse yok denebilir. Bana bir tanesi yaklaşacak gibi oldu, gülümseyip teşekkür ettim, geri çekildi hemen. 300 Lek (2,5 Euro) veriyorsunuz minibüsün içinde ve yaklaşık 40-45 dakika sonra şehir merkezinde buluyorsunuz kendinizi. Halk gibi fakir gibi minibüse binmem diyorsanız eğer 20 Euro banknotunuzu hazırlayın, taksi ile şehir merkezi 20 Euro tutuyor. Şehir merkezi dediğimde ise Skanderbeg Meydanı'ndan bahsediyorum, en klişe tabiriyle şehrin kalbi işte. Her yol Skanderbeg'e (İskender Bey) çıkıyor. Devasa bir şehir olmadığı için dönüp dolaşıp kendinizi bu meydanın yakınında, ortasında, kenarında buluyorsunuz. Ha çok zamanınız var, delirip uzak mahallelere gidersiniz onu bilemem. Ben gitmedim.
Tiran güzel bir şehir değil, bunu söylememde bir sakınca yok. Yani güzellik göreceli biliyorum ama yaaani şimdi çok da uzatmayayım. Dünyada daha güzel yerler vardır, böyle özetleyeyim en iyisi. Bu şehri beğenmediğim ve gittiğim için pişman olduğum anlamına asla gelmiyor. Tiran'a giderken güzellikten ve estetikten büyüleneceğini düşünen biri yoktur sanırım. Yani umarım yoktur. Şehrin meydanı Skanderbeg çevresinde bütün görülmesi gerekenler. Tüm devlet binaları, bakanlıklar, müzeler, ulusal sanat galerisi, alışveriş, yaya caddeleri burada. Toplu taşıma otobüslerle yapılıyor, gideceğiniz durağı ve otobüs hattını biliyorsanız (ki millete sorabilirsiniz, Tiranlılar gayet iyi İngilizce konuşan ve yardımsever insanlar) otobüsün içinde sarı / yeşil yelekli biri oluyor, ona 40 Lek veriyorsunuz, bu kadar. Ben bir kez otobüse bindim, o da otogara (EHM!) gitmek içindi, onun dışında şehirde ayaklarınıza kuvvet.
Büyük ve geniş caddeler, çoğunluğu eski bakımsız binaların arasına serpiştirilmiş birkaç gökdelen, -bizim kafalarda- alışveriş merkezi, binlerce cafe / bar ve yemek mekanı bu şehirde sizi bekliyor. Ha bir de şehrin güneyinde, ayı gibi büyük bir park var, ay içinde göller möller, bir tatlı huzur almaya gidebilirsiniz. Şehrin ortasından güzel isimli Lana nehri geçiyor. İsmi güzel, kendinde çok bi numara yok. Şehir merkezinde Osmanlı'dan kalma cami, Ortodoks kilisesi falan dipdibe, devlet / hükümet binalarını İtalyan mimarisine özenerek yapmışlar, karman çorman bir şehir o yüzden. Yine eski komunist günlerin istikrarlı mimarisi bana en iyi gelen şey oldu. Şehir renkleniyor ve gelişiyor bu arada, bir takım çalışmalar yapılıyor bu yönde, iyi niyetli bu tatlı girişime göz kırpıyorum ben de. Tiranlılar tatlı tipler, Arnavutluk denince akla gelen tüm kötü imajı yerle bir ediyorlar. Bunu da yazarken biraz utandım aslında, çünkü artık şu dünyada, iki bi şey okumuş, aklı azıcık çalışan bir insan varsa bir milletin illa ki kötü, illa ki çirkin, illa ki akıllı olmadığını falan biliyordur. Yine de açıklamak istedim, korkacak bir şey yok, kimse kafanıza silah sıkmıyor, hayatını idame ettirmeye çalışan, kapılarını yeni açan bir ülkeden yeni dünyaya alışmaya çalışan insanlar var burada.
Ülkede ticari olarak baskın iki ülkenin Yunanistan ve Türkiye olması gözüme çarpıyor. Bir markete girdiğinizde hazır gıdaların yarısı Yunanistan, diğer yarısı ise Türkiye markaları. Ege'nin iki yakasını hiçbi şey birleştirmediyse Arnavutluk birleştirmiş. Restoranlarda da aynı baskınlık göze çarpıyor, ortalık köfteci souvlakici dolu. Her gelişen ülkede olduğu gibi daha pahalı ve havalı olanlar ise İtalyan mekanları. Ay bi fesleğene, bi domatese, bi mozzarellaya ne prim verildi arkadaş ya, aklım almıyor. Şehrin en havalı semti Blloku, Enver Hoca zamanında sadece devlet büyüklerinin, diplomatların, komunist parti üyelerinin yaşayabildiği, bulunabildiği bir semtmiş. Bugün şehrin en hip yeri, Merdivenköy' den hallice bir yer, güzel mekanlar var, daha şık giyinmiş, daha sarışın, daha iyi vücutlu, daha bakımlı insanlar var, o kadar.
Tiran'dan Sarande'ye Tiran'da iki gece iki gün geçiriyorum sakin sakin, hiç acele etmeden, aynı sokakları tekrar tekrar gezerek, hiçbir şikayetim olmadan. Yemek yediğim mekanlarda Türkiye'den geldiğimi söylüyorum Türkçe konuşuyorlar, Atina'dan geldiğimi söylüyorum, beni Yunan zannedip Yunanca konuşuyorlar. Hep tatlı bir gülümseme var suratımda. Önemsiz diye düşündüğümüz, dikkate değer bulmadığımız topraklarda da ne tatlı insanlar var değil mi Ozan efendi, kendine hep hatırlat bunları.
Kısacık Arnavutluk seyahatimde bir şehir var daha gitmeyi planladığım, Sarande. Saranda olarak da biliniyor, Arnavutça yazılışı Sarandë. Arnavutça mükemmel bir dil bu arada, hiçbir şeye benzemiyor, zaten herhangi bir dil ailesine falan ait değilmiş, uzaylılar konuşuyor gibi dinliyorsunuz.
Sarande ülkenin güneyinde Arnavutluk Rivierası denilen bölgenin en büyük şehri, Yunanistan'ın Korfu adasının üç taş atımlık uzağında. Ve fakat Tiran'dan gitmek için otobüsten başka çareniz yok. Tiran maşallah sanki bir dünya metropolüymüş gibi farklı yerlerde bulunan otogarlara sahip. Otogar dediğime bakmayın, hepsi dolmuş durağından hallice ama kaos mu kaos, karmaşa mı karmaşa. Tripadvisor şu bu, okuyorum, anlıyorum nereye gitmem gerektiğini. Şehrin batısında dev kartal (Arnavutluk bayrağındaki arkadaş) heykeli olan meydana gitmem gerekiyor. Giden otobüs numarasını not alıyorum, evin önündeki durağa bir bakıyorum, hop buradan geçiyor otobüs. Ring otobüsü olduğu için de yön için endişelenmeme gerek yok. Sabah kahvaltımı edip, kahvemi içip biniyorum otobüse. Durak ismini bildiğim ve Hollanda telefon hattım Arnavutluk'ta data kullanmama izin verdiği için, Google haritasına bakarak doğru durakta iniyorum.
Cehennem gibi bir dönel kavşak ve meydan. Dünyanın tüm arabalarını bir an için buraya getirmişler n'apmışlar anlamıyorum, ayrıca kartal heykeli falan da yok, sökmüşler, artık restore mi ediyorlar meydanı ne yapıyorlar ? E-5 benzeri bi yoldan, trafik neyse ki çok sıkışık olduğu için tırın tırın karşıya geçiyorum ve otogar kapısı tam karşımda. Pazar gibi, herkes bağırıyor. Birbirinden eski otobüsler, garip modelli minibüsler karşımda. Bana doğru gelen, hiç yoksa en az 7 adam var, biri Berat diye bağırıyor, bi diğeri başka bir şehrin ismini haykırıyor. Sarande'ye gideceğimi anlayan bi abi hemen valizimi atıyor otobüsün bagaj bölümüne, otobüs milattan önce 782 yılında üretilmiş. 45 dakika sonra gideceğiz Sarande'ye ama bilet almam lazım. Eliyle gösteriyor girmem gereken sokağı ve binayı. 3. kata çıkacakmışım, bilmemne turizm. Hafif tırsarak dediğini yapıyorum, üçüncü katta sigara kokan, leş bir ofise giriyorum. Beyaz saçlı, gözlüklü bi adam var, bana bakıyor ben ona bakıyorum. Sarande diyorum sadece, yavaş yavaş bilet koçanını dolduruyor. Koçanın arkasına kaç Lek olduğunu yazıyor, biletimi alıp binanın altındaki mekanda bir kahve ısmarlıyorum kendime. Emmilerle yaşıyorum, emmilere bakıyorum.
Yola çıkıyoruz yarı dolu bir otobüsle. Şoförümüz yüksek sesle müzik dinliyor, sürekli tıngırdıyoruz. Yollar ortalama kalitede, otobüs eski, hava sıcak, neyse ki klimayı yaldır yaldır çalıştırıyor şoför abi. Bir süre pencereden çirkin binaları, boşlukları izliyor uykuya dalıyorum. Durres yakınlarında yanıma kötü dövmeli bir adam oturuyor, zargana gibi bir şey. El parmaklarında, ensesinde, bileklerinde ergen dövmeleri var. Sürekli telefonuna bakıyor, merakıma engel olamayıp yan gözle adamın telefonuna bakıyorum. Snapchat ya da Instagram filtreleriyle kendini tavşan, sincap, zürafa yapan bir kadın sürekli fotoğraf atıyor adama. Adam hiçbir mesajı cevapsız bırakmıyor, aferin diyorum içimden. Manita yaptıysan ilgileneceksin koç!
Arada dağ başında mola veriyoruz. Gerçek bir dağ başı ama bi restoran var, insanlar bildiğin yemek ısmarlıyor. Biz buradan çıkamayız diye düşünüp darlanıyorum, Sarande'ye gidip hemen denize girmek istiyorum çünkü. Umduğumdan hızlıca toparlanıyoruz ve bu gördüğünüz beyaz Mercedes'in fotoğrafını çekip biniyorum ben de hemen otobüse. Türkçe ve diğer dillerde okuduğum tüm gezi sitelerinde, bloglarında herkes beyaz Mercedes'ten bahsediyor; hayatımızda görmediğimiz kadar beyaz Mercedes varmış şuymuş buymuş. Bir deli kuyuya taş atmış galiba, diğerleri de peşinden. Tiran'da hiç beyaz Mercedes falan görmüyorum, yazının devamında anlattığım Sarande'de de. Ama o dağ başında gördüğüm arkadaş tüm seyahatimi özetliyor tabii ki. Yazının başlığı da oluyor haliyle.
Sarande
Merhaba Sarande. Otelim, otobüsün bizi bıraktığı yerden (otogar diyemem, otobüs istasyonu hiç diyemem) bir buçuk kilometre uzaklıkta, yürüyorum tabii ki. Pırıl pırıl bir hava, deniz ışıldıyor, güneş tepemde. Heyecanlanıyorum biraz, bazı bazı güzel evler binalar, yazlık mekan çiçekleri bitkileri selamlıyor beni. Almanca, İngilizce, İsveççce konuşan birçok insan geçiyor yanımdan. Kötü kötü sandaletler giymiş hepsi. Karşımda Korfu Adası, Yunanistan'ı görünce karşımda biraz seviniyorum, sonra da kendime şaşırıyorum sevindiğim için. Otel işletmecisi kadın tam bir dev çene! Meğer onlar da aslında Yunanistan'da yaşıyormuş, otel babalarından kalmış, kardeşi Edirne'de yaşıyormuş, Türkiye'ye bayılıyorlamış. Hop yine Türkiye Yunanistan buluştu mu buluştu.
En son çaresiz gözlerle bir an önce plaja gitmek istediğimi ve anahtarımı alacağımı söylüyorum ablaya, yoksa daha konuşacak. Odaya çık, mayonu giy, hop in sahile Ozan. Halk plajı biraz uzakta, ben otellerden birinin özel plajına gidiyorum daha yakın, Yunanistan'daki plaj uygulaması ile aynı, bi kahve iç bira iç seni rahat bırakıyorlar, şezlonga yoğun sezonda belki para alıyorlardı ama benden almıyorlar. Almanya'da yaşayan bir Arnavut aile tatilde belli ki, baba ve anne çocuklarla bir Arnavutça bir de Almanca konuşuyor. Ja genau!
Atlıyorum denize, ısmarlıyorum biramı, birazcık güneşleniyorum, çok iyi geliyor bana. Bir denize daha atlama sonrası kurulanıp, mayomu değiştirip yürüyorum şehrin merkezine ve sahil şeridine doğru. Yine korkunç binalar, plastik sandalyeli mekanlar. Yüzümü denize dönünce Sarande çok güzel, denizin mavisi, karşıda Korfu, sahilde mutlu insanlar görmek çok şahane. Denize kıçımı verince yine beton. Sarande'nin asıl numarası aslında şehre 10 kilometre uzaklıktaki Ksamil denilen bölge ama ben gitmiyorum, halim yok. Kendime deniz kenarında boş bir mekan seçip, güneşi batırarak geçiriyorum zamanımı. Sonra otel odama gidip, kocaman balkonumda oturuyorum. Sağ çaprazımda da öyle çirkin bi otel var ki aklım almıyor, ismi Bouganville Bay. Begonvil çiçeği şeklinde yapmaya çalışmalar binayı, begonvil motifleri falan var. Havuzuna pembe LED ışık basmışlar, gözlerimi kırpıştırarak bakıyorum. Ne çok acı var. Sabah erkenden kalkıp hop tekrar plajda buluyorum kendimi, upuzun ve şemsiyesiz şezlongsuz halk plajındayım bu sefer. Güneş acıtmıyor, sahil bomboş. Bir tek emekli albaylar var tabii ki. Mekanların hepsi kapalı. Plajdan geldiğimi gören otel ablasının çenesine tutulmamak için hızlıca günaydınlaşıp asansöre atıyorum kendimi. Sabah sabah muhabbetin gereği yok. Duşumu alıp, balkonumdan denize bakıp çıkıyorum. Limana yürüyorum, Ozan yürür. Limanda beni Korfu'ya götürecek küçük feribotu görüyorum, pasaport kontrolünden geçiyorum öncesinde. Feribotta 7 kişiyiz, öyle hoşuma gidiyor ki. 45 dakika sonra Yunanistan'da olacağım. Yunanistan'a ulaşmak için bu kadar hevesli olmak garip geliyor bana. Arnavutluk'a çok az zaman vermişim, onu anlıyorum. Görüşmek üzere Arnavutluk, tanıştığımıza memnun oldum ama tekrar geleceğim. Yine gelecek ben, Arnavut çöp şiş çık gızel.