artık üçüncü gün. centro historico'ya, yani adı üstünde şehrin tarihi (ve hala güncel) merkezine gitme zamanı. şehir hakkında araştırma yaptığınızda ya da herhangi bir youtube videosu izlediğinizde ilk kare genelde burada oluyor ya da yazının ikinci paragrafında hemen centro historico hakkında bir şeyler okumaya başlıyoruz. e sebebi belli. şehir şu an 16 bölgeden oluşan dev bir şehir olsa da 'centro historico' her şeyin başladığı yer. aztek tapınağı tenochtitlan'ın ayı ispanyollar tarafından 1521 senesinde yıkılıp yağmalanıp yerine bir katedral dikmesiyle ve tapınak yıkıntıları çevresinde gelişen bir bölge. o yüzden 16. yy eserleri ve binalarını görüyoruz yürürken.
benim kaldığım semt san rafael, centro historico'ya 2-3 km mesafede, evden çıkıp önce reforma'da (ilk yazılarda bahsettiğim şehrin en bilinen caddelerinden) bir otelde para bozdurdum önce, sonra günün ilk öğününü yemek için taqueria el caifan'a oturdum. burası tam yolumun üstündeydi. balkabağı çiçekli ve peynirli quesadilla gömdüm, buz gibi biramı içtim, keyfim iyice yerine geldi ve alameda'nın içinden geçerek centro historico'ya doğru attım adımlarımı. palacio bellas artes ile tatlı tatlı merhabalaştık önce. bu alımlı hanımefendi dışardan art nouveau ve neoklasik bir şaheser olarak bize göz kırpsa da içi art deco etkileriyle ışıldıyor. ben pazartesi gittiğim için içine giremedim, kapalıydı. diego rivera'nın duvar resimleri de burada sergileniyor. eve yakın olduğunu düşünüp ertesi günlerin birinde hızlıca girer gezerim desem de evdeki hesap çarşıya uymadı. bu binayı nasıl daha güzel bir noktadan görürüm derseniz size ben de youtube insanlarından aldığım bir tüyoyu paylaşayım. tam karşısında 'sears' isimli bir mağaza var. o mağazaya giriyor, sekizinci kata çıkıyor ve kahve mekanına adımınızı atıyorsunuz. boydan boya bir bar masasına sizi görevli davet ettiğinde (öncesinde arkadaki masalarda bekletiyor ve siparişlerinizi orada alıyor yoğunluk sebebiyle) masaya geçiyor hem palacio bellas artes'i hem de şehri alabildiğine izleyebiliyorsunuz. kahve fiyatları herhangi başka bir zincir kahveciden pahalı değil. sadece artık bilinen bir tavsiye olduğu için genelde kalabalık oluyor.
zocalo, boyu 240 metre genişliğinde, dünyanın en büyük meydanlarından biri. ortasında tabii ki dev bir meksika bayrağı var ve dalgalanıyor da dalgalanıyor. açıkçası benim ilgimi çeken bayraklar, meydanı çevreleyen binalara asılmış pride bayraklarıydı. bayraklarla gurur duyacaksak bundan güzel gurur yok şekerim. zocalo'yu çevreleyen devlet binaları, ulusal saray, katedral; bunların hepsi görkemiyle insanı etkiliyor. meydana dik inen, sadece yayalara açık alışveriş caddeleri hep kalabalık ve gürültülü. her dükkandan müzik sesi geliyor, seyyar satıcılar sürekli bir şeyler satmaya çalışıyor, yemek mekanları ardı ardına sıralı, şehrin kalbi atıyor da atıyor. haliyle oldukça turistik bir bölge ve bu da kendiliğinden bazı sevimsizlikleri getiriyor. işte o yüzden ben çok oyalanmadım, katedrali gezdim, ortalıkta bir yarım saat daha dolandım ve turumu bitirdim. bu bölgenin bir özelliği de şehrin 'tehlikeli' olarak adlandırılan mahallelere komşu olması. şehir merkezinde yürüdüğünüzü zannederken bir sokak geçip kendinizi o mahallelerde bulabiliyorsunuz. benim bu konuda görüşüm net, bu şekilde adlandırılan yerleri görmek her zaman beni cezbetse de yaşam koşullarıyla bir şekilde savaşan, kendi dinamiklerini uygulayan insanların alanlarına girip öyle salak salak turist gibi gezmenin ayıp olduğunu düşünüyorum. yüzlerce rehber ya da kişi ya da platform, plaza garibaldi'nin ötesine geçmeniz için hiçbir sebep yok, başınıza bir şey gelebilir diyorsa bir sebebi vardır. bunu paranoyak ve sığ bi yerden değil, oradaki insanlara olan saygımdan dolayı belirtiyorum. o yüzden ben de kabaca söylenenlere uydum ve centro historico'dan garibaldi / lagunilla metro istasyonuna (ki o rotanın son 10 dakikası bu bahsettiğim mahallelere örnekti) yürüyerek turumu bitirdim.
günün geri kalanı soumaya müzesi'nde geçti. müzeye giderken hiç şahit olmadığım bir ulaşım aracını da kullanmış oldum: duraklı minibüs, bu şehirde kendisine cetram deniyor. araca binerken 8 pesoyu şoförün yanındaki kutuya atıyor, arkaya geçiyor oturuyorsunuz. minibüsle otobüs arası araç kendi rotasında belirlenmiş duraklarda yolcu indirip bindirip seferine devam ediyor. buenavista'da ilk duraktan bindiğim için oturabildim polanco semtindeki soumaya müzesi'ne rahat rahat, etrafa baka baka ulaştım. polanco'ya yaklaştıkça şehrin çehresi bir değişti, takım elbiseliler, saçları fönlü kadınlar bir çoğaldı, sosyoekonomik olarak türkiye'ye çok benzeyen bir ülke olduğu için ne gördüğümü anladım ve pek yadırgamadım. polanco'yu ilerleyen yazıların birinde anlatacağım zaten.
soumaya müzesi 46 metre uzunluğunda, 6 katlı, tüm cephesi toplam 16bin aluminyum altıgenle kaplı, görkemli bir yapı. ülkenin en varlıklı isimlerinden carlos slim'in ölen eşinin ismini taşıyor. aynı isimde bir kar amacı gütmeyen kültürel bir kurum da var. 2011 senesinde ziyaretçilerine kapılarını açan müzenin mimarı ise carlos slim'in damadı fernando romero. ülkenin en çok ziyaret edilen müzesi ve girişi ücretsiz. dar bir girişten oldukça geniş bir giriş salonuna adım attığınız müze girer girmez insanı etkiliyor. mezoamerikan döneminden heykeller de, meksika sanat tarihinin ilgi çeken eserleri de burada ama müze en çok barındırdığı birbirinden değerli batı avrupa eserleriye biliniyor. bir rivayete göre müzenin kurucusu carlos slim'in de amacı zaten koleksiyonundaki bu eserleri, kolay kolay avrupa'ya gidemeyeceğini tahmin ettiği meksika halkına ulaştırmakmış ve görünen o ki başarmış. çok teşekkür ederiz çok zengin carlos bey. fakirler de sayenizde sanata doydu.
müze bu özelliklere sahip (çok pahalı, zengin oyuncağı, mimarı açıdan iddialı) her eser gibi ziyarete açıldığında tartışma konusu olmuş. müzenin mimarisini sertçe eleştiren kurumlar, dernekler, kişiler de olmuş, şehre yeni bir çehre kazandırdığını düşünen ve bu sayede mexico city'nin çok daha ilgi çekeceğini iddia edenler de. iki taraf da haklıdır deyip politik bir eşek gibi aradan çekilmeyi tercih ediyorum. mimarı açıdan en çok eleştirilen yönü, müzenin içerisinde yeterince ışık olmaması nedeniyle bir alışveriş merkezine benzetilmesi. müzenin yunanistan'dan getirilen beyaz mermerli spiral yollarını kullanarak döne döne altıncı kata kadar ulaşıyorsunuz, bir tek orada doğal ışık var. ben çok beğendiğimi itiraf etmeliyim ama ben yeni binalara genelde bayılırım zaten. koleksiyonun çeşitliliği de harikaydı. böyle bir müzeye ücret vermeden erişmek ise en tatlısı. zenginler de arada bir işe yarasınlar gerçekten.
müze çıkışı bastıran yağmurdan etkilenmemek için müzenin hemen karşısındaki alışveriş merkezine girip, kendime bir kahveci bulup yağmurun dinmesini bekledim. yanımda ne yağmurluk ne de şemsiye vardı, şimdi zavallı gibi ıslanmanın alemi yok. yağmur dindiğinde yine cetram ile eve dönüş yolunu tuttum. meğer kendisi benim evin 100 metre uzağındaki durakta yolcu indiriyormuş. bu sefer cetram maceram o kadar tatlı olmadı, bindiğimde ayaktaydım ama yaşayabiliyor ve nefes alabiliyordum. inmeme yakın araç artık insanlık dışı bir kalabalığa ulaştı ve şehirdeki iki buçuk günümde edindiğim 'ya toplu taşıma hiç de kötü değilmiş burda yaaaaa' fikrimden beni vazgeçirdi. ölmeme çok yakın ineceğim istasyona vardık, insanları çirkince yardım, ittim, ayaklarına bastım ve araçtan kendimi zor attım.
akşam yemeği mahalledeki taco mekanlarından birindeydi. ismi pinches tacos, merak eden varsa baksın. çok etli çeşitler yediğim için fotoğrafını kendime saklıyorum ama çok lezzetliydi. meksika'nın kral tv'si gibi bir müzik kanalı açık, rezalet şarkılar dinleye dinleye, vızır vızır çalışan gençlere gülümseye gülümseye yedim yemeğimi. iki bira aldım evime döndüm. üçüncü gün de böyle tatlı geçti işte.