- flashback (1) -
2008 senesinde Eindhoven'a taşındığımda çalıştığım şirket üç ay kalabileceğim bir ev ayarlamıştı bana. Temel tüm ihtiyaçlarımı karşılayan bi daire idi, allaiçün şehrin güzel de bir mahallesinde bulunan 11 katlı bir apartmanın 8. katında neşeyle ve heyecanla yaşıyordum. İşe gidip geliyorum, iş arkadaşlarımla muhabbet etmeye, ilişki kurmaya, işi anlamaya (bu kısmı baya zordu) çalışıyorum, bir yandan da sürekli kiralık ev bakıyorum. En geç Aralık ayının başında başka bir yere taşınmam lazım. Eindhoven'da neresi iyi neresi kötü hiçbi fikrim yok, şehrin büyüklüğünü, hangi mahallelerinde nelerin olduğunu, yapısını, popüler yerlerini, köhne mekanlarını bilmiyorum. Baktığım emlakçıda tatlı bir ev gözüme çarpıyor, aydınlık, genişce bir salonu var, mutfağını banyosunu belli yenilemişler, arkada bahçeye bakan bir yatak odası var güzelce. Sokağın ismine bakıyorum hemen: Wattstraat! İstasyona çok uzak değil, yakınlarında park da var, bir heyecanla hemen aynı departmanda çalıştığımız Theo'ya soruyorum. Yıllarca Eindhoven'da yaşamıs ,50'lerinde biri. Ağzını hafif büküp Wattstraat ve çevresinin pek tekin olmadığını, şehrin en kötü semtlerinden biri olduğunu, bu şehre yeni gelmiş birine gönül rahatlığıyla o bölgeyi öneremeyeceğini söylüyor. Anında geri basıyor, o sokağı, o sokağın olduğu mahalleyi, o semti seçeneklerden çıkarıyorum.
- flashback (2) -
Bir Şubat gecesi Berlin'de Möbel Olfe'deyiz. Sibel'le; bin kere gittiğimiz, çok sevdiğimiz, dünyanın en güzel barı Möbel Olfe(miz). Saat sabah 3 civarı, o soğuk Berlin akşamını kadeh kadeh içkilerle geceye, geceyi sabahın erken saatlerine bağlamışız. Mekanda bizden başka üç beş kişi var, barda oturuyor ve tabii ki yüksek sesle, hararetli bir şekilde, durmadan konuşuyoruz. Uykuya dalmadan ve mekandan kalkmadan önce; günün sürekli kahkaha attığımız, kıkırdadığımız kısmını bitirmişiz, derin ve karanlık sulardayız artık. Konuşurken, bir şeylerden bahsederken biraz öfkeleniyor, biraz üzülüyoruz, gözlerimiz doluyor, sesimiz biraz titriyor. Son bir şey içip artık eve döneriz derken bir anda Sezen Aksu'nun sesi çınlıyor kulaklarımızda.
"Kur masayı Madam Despina
Kirli beyaz muşamba örtüleri ser
Çek sediri asmanın altına
Yanında bir ince Müzeyyen Abla"
Tüm o bulutlu, gölgeli muhabbetin tam ortasında gözlerimiz ışıldıyor, taburelerin üstünde otururken çıkan kamburumuzu silkeleyip atıyor, dik duruşa geçiyoruz, gülümsüyoruz hemen. Möbel Olfe'de insan sesi bile yok, uğultu yok, sadece 'Yine mi Çiçek?' çalıyor. Heyecanla ve minnetle barmene bakıyoruz, elinde iki tane bira var, en cool en havalı şekilde hiçbir şey demeden, sadece ikimizin de gözlerine kısaca bakarak 'şak' diyerek koyuyor önümüze biraları. Daha mutlu olduğum an azdır, delirecek gibi oluyorum. Belli ki barmenimiz 'Duvara Karşı' izlemiş, Sezen Aksu'nun Deliveren albümündeki en güzel şarkılardan birini kalbine gömmüş, dilini bilmese de havadaki ağırlığından dert nedir anlamış, iyi ve güzel biriymiş, bize bir hediye bırakmış. Biraların parasını almayıp, müstehzi gülüşüyle uğurluyor bizi beyefendi. Sibel'i bilemem ama ben hayatımın en güzel uykularından birini çekiyorum.
- geçen hafta -
Sibel 9 sene sonra Eindhoven'a geldi, ne kadar mutlu olduğumu, nasıl zaman geçirdiğimizi, onun bana nasıl da iyi geldiğini Eindhoven Günlükleri serisinin dördüncüsünde yazdım zaten. Burada, o yazıda hiç ayrıntısına girmediğim bir bölümünden bahsedeceğim şimdi; 13 sene önce bana Theo'nun oturmamamı önerdiği, dudak büktüğü, benim de şehri bilmediğim, kendimi beyaz bir Batı Avrupalı zannedip korktuğum için hiç bulaşmadığım o mahalledeki hatıramızdan.
Woensel West, işte zamanında taşınmadığım o Wattstraat'ın da içinde bulunduğu bir semt. Eindhoven'ın merkez tren istasyonunun dışında tek bir tren istasyonu daha var (Strijp - S) işte o istasyonun dibinde bulunuyor. Geçen sene, 2020 Mart ayında Eindhoven'a döndüğümde şehrin -hiç- yürümediğim yerlerinde yürüyüp, -çok az - gördüğüm yerlerinde bulunduğumda, içinden geçtiğim yerlerden biriydi. Eindhoven'da yaşarken şehrin -bence- en güzel yerinde yaşadığım için oradan çok arada derede çıkar şehirdeki başka yerleri pek merak etmezdim, o yüzden bu semt de gidip göreyim dediğim, zaman geçirdiğim yerlerden biri olmadı.
Seneler sonra buraya adımımı attığımda 'mutenalaştırma' denilen, kimi şehirlere iyi gelen, kimi şehirleri çaktırmadan zehirleyen o kavramın en çok Woensel West'te gerçekleştiğini anlamam üç dakikamı aldı. Eindhoven küçük bir şehir, mutenalaştırmanın İstanbul'da, Atina'da, milyonluk başka şehirlerde ne olduğunu, o şehirlere nasıl etkisini olduğunu bilen biriyim, daha küçük bir şehirde şehre nasıl yansıdığını, şehre ne kazandırıp, neyi değiştirdiğini de tabii ki anladım bu semti yıllar sonra görünce. Bildiğimiz muhabbetler işte; şehrin en karanlık caddelerinden birinde organik şarap dükkanı (ve ona benzer dükkanlar) açılmış, pride bayrakları evlerden camlarına asılmış, beyaz çoraplı Vans giyen oğlanlar kötü güneş gözlükleriyle salınmış, vintage dükkanlar ardı ardına açılmış, kısacası bit pazarına nur yağmış. Semtle ilgili kendimce bir Youtube videosu yapmıştım, aşağıda duruyor ilgilenenler için.
Tüm bunlara şahit olduğum gün semtin en bilinen caddelerinden Edisonstraat'ta bir de yeni bir barın açıldığını ve hiç fena gözükmediğini fark ettim. Önünden üç beş kez geçtim, oturan insanlar pek tatlı pek de memnun gözüküyorlardı ama mekana yolum hiç düşmedi. Oysa mekanlarda tek başına oturmaktan, takılmaktan, zaman geçirmekten imtina eden biri değilim, bir şekilde rast gelmedi. Sibel geldiğinde, dokuz sene sonra Eindhoven'ın kendi çapında ne kadar değiştiğini ona göstermek istediğim için, bahsettiğim yerlerden biri olan bu semte götürdüm onu. O gözüme kestirdiğim mekana oturduk, biralarımızı söyledik. Bizden muhtemelen en az 15 yaş küçük genç bir kadın bizi güler yüzle karşıladı. Biralarımızı içtikçe yüksek sesle, kahkahalarla konuşmaya başladık ve bi an, Sibel bana hararetli bi şeyler anlatırken kulağıma dolan ezgi yüzünden, onu susturdum.
"Bi dakka bu çalan Deliveren mi?" dedim Sibel'e heyecanla. Sibel bi üç saniye sustu, kulak kesildi, onayladı, gerçekten 'Deliveren' çalıyordu.
"Deliveren
Söz ağızdan çıktı bir kere
Şeytan da senden yana, melek de."
Biz salak salak birbirimize sırıtırken mekanın sahibi beyefendi, içerden bana bi bakış attı, gülümsedi, karşılık olarak küçük bir 'teşekkürler' bakışı attım, ben de gülümsedim kendisine. Sırasıyla 'Oh Oh', 'Kahpe Kader', 'Rumeli Havası', 'Keskin Bıçak' ve albümün devamı çaldı, bildiğin Deliveren albümü eşlik ediyordu bize. Sonra muhabbetini ettik tabii ki, Hollandalı mekan sahibi meğer Sezen Aksu'yu pek severmiş, biz yine 'Duvara Karşı' yüzünden olduğunu düşündük ama meğer değilmiş, birçok albümünü dinlemiş Sezen Aksu'nun, "ama bu albümü özellikle seviyorum, o yüzden bunu çalmak istedim." dedi. Şikayet edecek halimiz yok, ikinci kez başımıza gelen bu tatlığın bize ne kadar iyi geldiğini, bizi nasıl mutlu ettiğini o saniye anladık zaten.
Böyle şeyler beni hala salakça mutlu ediyor, ömür boyu da edecek, tam bir 'şorolo'yum gerçekten. Hiç tanımadığı(m) biri(leri)nin bi an, konuşurken ağzım(ız)dan çıkanlardan, bakışım(ız)dan gülüşmelerim(iz)den, belki sadece canı istediği için, ona başka bir şey(ler)i hatırlattığı için, ona iyi geldiği için ya da başka herhangi bir sebeple, bana (bize) bir güzellik yapması benim için öyle önemli ki. N'oldu yani Spotify'da bir albümü çaldı aslına bakarsan ama benim ömür boyu unutamayacağım, dürüst olayım, yaşadıkça, arada gaza gelip farklı farklı insanlara anlatacağım bir hatıraya sebep oldu. Çok da güzel oldu.
Sibo gittikten sonra mekana bir daha uğramadım, bir ara hatır gönül sormaya, biramı içerek bir şeyler okumaya yazmaya, 'bizim' eşraftan olduğu belli mekan sahibimiz ve sevdiceği ile muhabbete gideyim en iyisi. Belki başka bir Sezen Aksu albümü çalınır, bu sefer de onu dinleriz.