Yazı yayınlanma tarihi: Ocak 2018 (www.themahmut.com)
Öncelikle başlık için özür dilerim. Böyle saçma başlık olmaz biliyorum ama böyle olmazsa en fazla "Cacık soslu bir kraliyet masalı" falan olabilirdi başlık, o da olmayacaktı. Her türlü olmayacaktı yani.
Esasen Mahmut'un Buckingham Sarayı muhabiri, sevgili Bonaluram. Kendisi "The Crown" dizisini aylar önce sayfalarımızda tanıtmış, sadece diziye dair değil, kraliyet ailesine dair de şahane bilgiler vererek bizi ihya etmişti. Sempati duyduğumuz kraliyet ailesi üyelerinden ginger Harry ve müstakbel eşinin düğününü de mercek altına yatırdı. Yazıyı okumadıysanız bir tıkla sizi hemen Londra'ya ışınlayabiliriz. Mahmut'un Londra temsilcisi Deryik'in de şahane bir Queen Victoria yazısı var, ona da göz gezdirebilirsiniz.
Bense kıtanın en doğu ucundaki ülkeden bazı bilinmediğini düşündüğüm bilgilerle konuya dahil olmak istedim. "Sen orda souvlaki ye, sirtakini oyna, ne işin var canım kraliyet ailesiyle?" diyerek gözlerini devirenlere teessüflerimi iletiyorum, bilmediğiniz bazı gerçekler var ve ben bunları sizinle paylaşmak istiyorum.
Yüz yıllar önce demokrasiyi bulan, şu anda da bu durumla haliyle övünen sevgili Yunan kardeşlerimiz aslında hiç de azımsanmayacak bir süre monarşi ile yönetildi. Ben bir tarih cahili olduğum için ilk duyduğumda şok olmuştum. Atina'nın tam kalbinde bulunan parlamento binasının zamanında kralın sarayı olduğunu öğrendiğimde: "Ne kralı canım? Hangi Kral? Saçmalamayın ayol!" dedim ama dediğimle kaldım. Sonra ver elini Google ver elini Wikipedia. Ver elini araştırma, okuma.
Şimdi çok ayrıntıya girmeden biraz kendim gibi, yüzeysel yüzeysel konuyu anlatayım. 1832 senesinde büyük güçler, süper devletler, şahane tontiş ülkeler Birleşik Krallık, Fransa ve Rus İmparatorluğu Londra'da bir anlaşmaya varıyor ve Yunanistan Krallığı'nın kurulmasına karar veriyorlar. Krallığa ne lazım ilk evvela? Bildiniz, evet bir kral.
Zaten 3 -5 hanedandan amca oğullarını, elti kızlarını oraya buraya kral, prenses, kraliçe diye yollamak en yaygın yöntem, bunlar da yöntemi değiştirmiyorlar. Wittelsbach Hanedanı'ndan daha bıyıkları terlememiş 17 yaşında bir çocuk geçiyor tahtın başına, kendisinin ismi Otto. Bavaryalı bir genco: öküz gibi bira içip günde 89 tane pretzel yemesi gerekirken apar topar kendini Atina'da kral olarak buluyor. Otto rahmetli biraz böyle pasif, biraz meymenetsiz bi tip. Yine adına saraylar bahçeler falan yapılsa da pek kimse sallamıyor kendisini. Yunanistan Krallığı kendisinin gölgesindeki tipler tarafından yönetiliyor aslında. Bir de efendim o dönem Osmanlı'ya karşı toprakları falan genişletemeyince önce zevcesi Amalia'ya suikast düzenleniyor falan derken işler çığrından çıkıyor. Otto 30 sene sonra tahttan indiriliyor, yallah Bavarya'ya.
Baktılar Wittelsbach Hanedanlığı'ndan iş çıkmadı hop bu sefer Glücksburg Hanedanlığı'ndan George geliyor kral olarak. Kopenhag doğumlu, aslen Danimarkalı, asıl ismi William olan, 17 yaşında bir genç. (Daha on yedii, on yedii, on yediymiş...) William diye Yunan kralı olmaz diyorlar herhalde ve ismi hemen Yorgos yani George olarak değişiyor. Az değil 50 senelik hükümdarlığı süresince Yunanistan için fena işler yapmıyor kendisi. İngilizler "hediyemizdir" deyip İyonya Adaları'nı veriyor, Osmanlı'dan Thessaly bölgesi alınıyor; tarih kitaplarında okuması zevkli durumlardan bahsediyorum işte. Topraklar ekleniyor, Yunanistan Krallığı büyüyor, sen çok yaşa Yorgos Paşa. Yani kendisi yapmıyor tabii ki tüm bunları ama başarının payı ona da çıkıyor, koca kral sonuçta. Atina'nın 25 km kuzeyinde bulunan bir alana yazlık saray yaptırıyor George, arsayı falan kendi parasıyla alıp. Bahsedilen saray aşağıda gördüğümüz Tatoi Sarayı. Aslen bir Danimarkalı olduğu için de, memleketindeki gibi süt ürünleri yiyebilmek içebilmek için mandıra yaptırıyor bu sarayın yakınlarına. Memleket hasreti acı, anlıyorum kendisini. Ben de gurbet ellerinde hep salça özlüyorum.
"Eeee İngiliz kraliyet ailesi ile ne alakası var tüm bu dediklerinin?" diyenler, işte şimdi söylüyorum. Kraliçe Elizabeth'in 90+ yaşındaki kocası Prens Philip, hani The Crown'da da izlediğimiz, serseri tipli, hafif yanarlı dönerli, edeleli Philip, mandıracı Yorgos'un torunu işte. Yani Mayıs ayında düğününü izleyeceğimiz ginger Harry'nin dedesinin dedesi bir Yunan kralı. Dizideki Yunanistan ve Yunan göndermeleri de işte bu yüzden. Hatta izleyenler belki hatırlar, minik Philip bir sahnede Alman polisine "Yunan'ım" diyor gururla, daha o zamanlar bu kadar nefret etmiyor tabii Yunanistan'dan. Şimdi o konuya geliyoruz zaten.
Kral George / Yorgos, 50 senelik hükümdarlığında adından saygıyla bahsettiriyor, monarşiyse monarşi, kral olmaksa iyi kral olmak deyip görevini başarıyla sürdürüyor ama Selanik'te bir suikast sonucu hayatını kaybediyor. Uzun süre onu öldüren kişinin anarşist bir örgüte üye biri olduğu zannedilse de bildiğin psikolojik rahatsızlığı olan biri olduğu ortaya çıkıyor sonraları. Üstüne yıldızlar yağsın. Yaptırdığı mandıralı yazlık saray Tatoi'ye gömülüyor.
İşler onun ölümünden sonra biraz sarpa sarıyor. Yorgos'un ölümünden sonra en büyük oğlu Birinci Konstantin tahta oturuyor. Yıllar süren Birleşik Krallık, Fransa, Rusya sempatisi pek Konstantin'in olayı değil. O daha çok Almanya seviyor, gutenmorgen, gutenacht insanlarından. İş libe diş.
Kral olduğu dönemde başbakan olan Venizelos Konstantin ile hırlaşmaya başlıyor. "Kralım ne Almanya'sı, biz niye o sularda yüzüyoruz?" diyor başında kibarca. Bu arada Konstantin'in Prens Philip'in amcası olduğunu da hatırlatayım, konudan çıkmayalım. Kibarca karşı çıkmalar falan bir süre sonra baya ciddileşiyor. Birinci Dünya Savaşı'nda hangi tarafta olacakları kavgası Yunanistan'da ciddi bir şekilde ayrıma yol açıyor. Kral Konstantin tayfası ve başbakan Venizelos tayfası giriyor birbirine.
1917 senesinde, Konstantin daha 4 senelik kralken itilaf devletleri kendisine aba altından sopa gösterip, bu Alman hayranlığına devam ederse Atina'yı bombalayacaklarını söylüyorlar tatlı tatlı. Tehdit bizim işimiz. Konstantin topukluyor. Yerine oğlu Alexander geçiyor. Alexander tahtta ama bir hükmü yok, Venizelos almış eline ipleri, ülkeyi yönetiyor. Temsili bir kral olarak, hiçbir otoritesi olmadan takılıyor Tatoi sarayında Alex. Dedesinin yaptırdığı mandıradan taze süt falan içiyor her sabah. Tatoi sarayının bahçesinde, köpegine bir maymun saldırınca (hikaye burada biraz halüsinatif bir moda giriyor farkındayım) Alexander maymunu köpekten ayırayım derken maymun tarafından ısırılıyor. Koca kralsın sana ne yani, çağır yardımcılarını ayırsınlar, deli midir nedir? Alexander de bu hayattan göçüp gidiyor. Bu sefer güldürmüyor. Onun ölümü üstüne Venizelos eski cazibesini yitirip seçimleri de kaybedince, topuklamış olan Konstantin "Dönüşüm muhteşem olacak!" diyor ve 1920 senesinde geri dönüyor Yunanistan'a.
Ve fakat geri döndüğünde de çok uzun kalamıyor tahtta. 1919 - 1922 arası süren Yunan Türk Savaşı (Kurtuluş Savaşı Batı Cephesi) Türkiye lehine bittiğinde ve Yunanistan için oldukça önemli bir şehir olan İzmir de yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti'ne geçtiğinde Yunanistan'da artık fırtınalar kopuyor ve çöküş başlıyor. Savaşın en önemli komutanlarından biri Konstantin'in kardeşi Prens Andrew yani Andreas, Prens Philip'in babası. Prens Philip tüm bu olaylar yaşanırken daha bir yaşında, kraliyet ailesinin Korfu'daki sarayında doğmuş, en fazla agu bugu diyor sanırım. Konstantin Sicilya'ya sürülüyor, Philip'in aile Yunanistan'dan sürgün ediliyor. Babası Andrew'in basiretsiz bir komutan olması yüzünden kıçlarına tekme vuruluyor. Bana sorarsanız Andrew / Andreas zaten hiç de öyle komutan olacak bir tip değilmiş. Baksanıza tatlı tatlı köpeciğiyle oturuyor adam. Sen şimdi bu adamı yerinden kaldır, komutan yap, olacak iş değilmiş zaten.
Prens Philip'in işte bu yüzdendir ki; asla ve asla Yunanistan ve aslında Yunan olması hakkında konuşmak istemediği, Kraliçe Elizabeth'in de bu sebepten asla resmi ziyarette bulunmadığı iddia edilir. Elizabeth tahta çıkmadan önce bir iki kere özel sebeplerden dolayı gelmiş ama tahta çıktıktan sonra asla. Yunanistan'ın Kraliçe Elizabeth tarafından ziyaret edilmeyen çok nadir ülkelerden olmasının sebebi bu. Koca travması anlayacağınız. "Bizi attılar Lilibeth, bizi yerimizden ettiler Lilibeth, cacığımı yiyemedim Lilibeth..." dedi dedi, kadının başının etini yedi bence. Kadın ağzının tadıyla bir Santorini bi Mykonos göremedi.
Bugün Tatoi sarayına giderseniz - ki fotoğraflardan gördüğünüz üzere kendisi oldukça bakımsız ve fena bir halde - yazıdaki belirtilen tüm hükümdarların; Birinci George, Birinci Konstantin, maymun ısırmasıyla ölen Alexander, Philip'in babası Andrew, hepsinin mezarını görebilirsiniz. Normalde, bir ülkede kraliyet ailesine mensup insanların mezarlığı ya da kabirleri oldukça iyi durumda ve korunmuş olur değil mi? İşte Tatoi'de durum çok ilginç. Yıkılmaya yüz tutmuş, terk edilmiş, etrafında çürümüş arabalar bulunan bir sarayın uzağında, kendi halinde, asla bakımı yapılmayan bir mezarlıkta bulunuyor hepsi. Üç beş kişi olur da bulursa onları ziyaret ediyor. Monarşi hayranı değilim, kraliyet ailelerine de bu yazıda da anlayacağınız üzere gıybetlerini yapmak dışında bir sempatim yok ancak Tatoi'yi gördüğümde çok çok şaşırmıştım.
Tatoi'nin de akıbeti belirsiz. Zamanında müze yapılmaya çalışılmış, olmamış, restore edelim demişler, bazı sendikalar topluluklar protesto etmiş. Tam bir Yunan masalı anlayacağınız. 1994 senesinde Papandreou yönetimindeki hükümet, kraliyete ait tüm malların devlete geçeceğini hükmeden karara imza atınca, Ikinci Konstantin itibarımız zedelendi diyerek AIHM'ye başvurmuş, davayı kazanmış. Sarayın gerçek değerinin sadece %1'i olan 12 milyon avro (hiç de o kadar pahalı bir saraya benzemiyor bence ama neyse) ödenmiş kendisine. Papandreou parayı afet ve kriz için biriktirilen kasadan ödemiş, çünkü efenim İkinci Konstantin'i utandırmak istemiş: "Bak yarın öbürgün deprem olsa savaş çıksa bu parayı sana verdiğimiz için ölcez gitcez, utan utan!" diye. Anlayacağınız saplı samanlı, gereksiz, entrikalı işler.
Bugün Tatoi terk edilmiş, köhne bir halde de olsa hala ayakta. Çevresinde kocaman bir ormanlık alan var ve hava güzel olduğunda genelde şehirden ve gürültüsünden bunalan Atinalılar'ın tercihi oluyor. Gitmesi, arabanız yoksa biraz zor ancak aslında pek de bilinmeyen bir tarihe tanıklık etmek isteyenler için hüzünle karışık bir atmosfer sunuyor.