top of page

Folegandros

- Yazı yayınlanma tarihi: Ağustos 2018 (www.themahmut.com) -



Sabah 06:30 civarı, bomboş Atina caddelerinde gözlerim yarı kapalı etrafa bakınıyorum. Caddelerin bomboş olmasının sebebi, sadece sabahın erken saatleri olması değil; Ağustos ayında terk edilmiş, küskün bir şehir olur çünkü Atina. Herkes yazlığına, adalara, yakınlardaki deniz kenarı kasabalara gider bir heyecanla. Eylül'e kadar paydos. Ben her ne kadar ortalama bir Yunan kadar uzun tatil yapmasam da (genelde 3 hafta civarı sürer tatilleri) her Ağustos'ta bir yere giderim. Ağustos ayında tüm gürültüsünü, taşkınlığını, karmaşasını üstünden silkip atan Atina'yı da çok severim çünkü. İşte o sabah, daha önce hiç bulunmadığım bir Ege adasının kollarına atmak için düşmüştüm yola.


Pire'ye yaklaşırken trafik yoğunlaşıyor. Tüm şehir uykuda ama adalara giden feribotların kalktığı limana doğru korkunç bir trafik var. Biraz endişeleniyorum ama yapacak bir şey de yok. Korktuğum başıma gelmiyor ve 07:10'da hareket edecek feribota 15 dakika önce atıyorum adımımı. Feribotla bir yerlere gitmeyi pek sevmiyorum; çok fazla insan, çok fazla hareket, çok fazla ses oluyor çünkü genelde. Uyumaya çalışıyorsun, ses çıkaran bir grup yanından geçiyor, birileri güverteye çıkıyor, güverteden içeri esen rüzgar kapının çarpmasına sebep oluyor, bir çocuk annesinden dondurma istiyor, yanlış park etmiş bir arabanın sahibini çağıran anons yapılıyor... Ve bu döngü sonsuzluğa gidiyor. Ama sabahın erken saatleri olduğundan sanırım, umduğumdan sakin buluyorum ortamı. Herkes sessizce koltuklara, bulduğu yere oturmuş; kimisinde kitap, kimisinde akıllı telefon, şiş gözlerle bakıyoruz bir şeylere.



Yola çıkmaya hazır feribotlar

14:30'a doğru beklediğim anons geliyor, sürekli geminin içinde yürümekten, kitap okumaktan, Instagram'ı 7 dakikada bir kontrol etmekten sıkıldım çünkü. Önce Yunanca anons yapan abi, sonra çok ağır bir aksanla Folegandros'a yaklaşmakta olduğumuzu, burada ineceksek götümüzü kaldırmamız gerektiğini, bu firmayı seçtiğimiz için ne kadar mesut olduğunu belirtiyor bize. Bir hızla güverteye çıkıyorum, bir adaya yaklaşırken o adaya güverteden bakmak gerekli çünkü. Karşımda boz mu boz, ağaçsız, sevimsiz bir şey var. Neredeyse 20 yıl önce Bozcaada'ya gittiğimde gördüğüm manzara ile aynı. Kiklad Adaları ağaçsız olur, Ege'nin ortasında bir o yandan bir bu yandan esen rüzgarlar, haşin bitki örtüsü, yaz boyu tepeden inmeyen güneş var. Ne ağacı zaten? Yine de o boz görüntü biraz içimi sıkıyor. Sonra o ağaçsızlığın, dünyanın en güzel görüntülerinden biri olacağını, güneş batarken adanın nasıl renk değiştireceğini bilsem de şımarıklığımdan vazgeçmiyorum. Ağaç istiyorsan İskoçya'ya git kocakafa.


5 gece kalacağım eve varıyorum, iki yeldeğirmeni arasında beyaza boyanmış, mavi pencereli kapılı, çok tatlı bir ev. Salona girer girmez gözümün alabildiğine mavi çıkıyor karşıma. Evin anahtarını veren Yannis "Çok rüzgarlı olacak bu hafta, dikkat edin." diyor. Taş mı bağlayayım boynuma Yanniciğim, ne yapabilirim? Rüzgarlıysa rüzgarın da tadını çıkarırız. Pencereleri açtığım gibi kuvvetli bir rüzgar ve dalga sesleri giriyor içeri. Küçücük bir balkon var pencerelerin önünde, balkondan aşağısı ise uçurum. Folegandros'un olayı bu; uçurumlar, sarp kayalar, falezler. Adanın ismine dair iki rivayet var zaten, biri Girit kralı Minos'un oğlunun ismi olduğu yönünde, diğeri ise Fenikece "uçurumlu, kayalıklı yer" anlamına gelen kelimeden geldiği yönünde. Fenike senaryosuna daha çok inanıyorum.




Folegandros bir Kiklad adası. Ege'nin tam ortasında kendi halinde, yaklaşık 750 nüfuslu bir boncuk. Yaz aylarında daha da artıyor tabii ki nüfusu ama hiçbir zaman o adım atamadığınız ya da şezlong şemsiyeye üç haneli fiyatlar döktüğünüz adalardan değil. İtalyan ve Fransız turistlerin akınına uğruyor, bir şekilde kulaktan kulağa yayılmış ünü. Kaldığım süre boyunca neredeyse hiç Yunanca konuşan duymadım, sürekli jöjövivi sürekli bella bello boncorno. Şık bir kitlesi var ama, akşamları yemeğe Chora'ya gittiğimde en tırrık giyinen insan her zaman bendim. Valizi, kendi kestiğim şortlarla ve yakası açık tek renk tişörtlerle doldurmuştum çünkü. Zaten genelde de artık öyle giyiniyorum. İtalyan ve Fransız abiler, ütülü dar kesim pantolonlarıyla, vücutlarına oturan şahane gömlekleriyle, bileklerindeki pek tasarım bileklikleriyle, şahane ayakkabıları ile endam ettiler hep. Ben de onlara bakıp "vay maşallah!" dedim. Onlar bana bakıp ne dediler bilmiyorum.



Hadi şimdi kendi dırdırıma bir ara verip Folegandros için gerekli bilgileri hızlıca vereyim. Nasıl gidiliyor bu adaya, Pire Limanı'ndan feribota binip gidiliyor. Benim kullandığım Zante Ferries, daha uzun sürede ama daha ucuza götürüyor sizi. Hellenic Seaways'in deniz otobüsü irisi, kapalı araçlarına binip daha hızlı bir şekilde de ulaşabilirsiniz. Bu rota genelde çok rüzgarlı ama, daha fazla para verip saatlerce kusma olasılığınız var sizi uyarayım. Deniz otobüsü kılıklı kapalı bir araç olduğu için bir dışarı çıkıp hava da alınmıyor. Biraz paramızla rezil olduk durumu.


Adanın üç köyü var; feribotun yanaştığı limanın bulunduğu Karavostasis, her Yunan adasında bulunan Chora (ki o adanın en cazibeli, en merkezi, en ziyaret edilesi köyü demektir) ve kuzeyinde bulunan Ano Meria. Karavostasis mini bir Eminönü, feribot yanaşıyor, o sırada bir karmaşa bir delilik. Hemen yanındaki plaj genelde çocuklu aileler tarafından tercih ediliyor, o köydeki bir otelde / evde kalıyor, çok fazla ada içinde gezinmiyorlar çünkü. N'apsınlar şimdi Furkancan ve Aleynanur ile. Çocukları kremle, at plaja, dinle kafanı. Onlar da haklı. Çişi kakası gelse otel odası hemen orada, dondurma istese na dibinde, feribot biletini bastıracaksa ofis şurada, ATM desen burada. Sevimsiz ama çok kullanışlı bir köy.


Ano Meria adanın yerlilerinin ve de bu İtalyan Fransız tayfadan, burada ev yaptıranların köyü. Kuzeye doğru minicik bir yerleşim birimi. İrini Hanım'ın yeri en bilinen yemek mekanı. Normalde bir bakkal burası, yani gelip bir pergel bir gofret alabiliyorsunuz ama aynı zamanda 10 tane falan da masası var. İrini Hanım, kendi elleriyle mükemmel şeyler pişiriyor size. Matsata denilen ev yapımı erişte bu adanın en bilinen yemeği. Tereyağı ile pişiriliyor ve üstüne adanın peyniri ile geliyor önünüze. Yanında da istediğiniz et çeşidi; anneanne köftesi, keçi, tavşan, domuz... Ayı yemeği işte. Vejateryen değilseniz cennete gidip geliyorsunuz bir ara. Köyde aynı zamanda ufak da olsa bir folklor müzesi var. Ada kültürüne ait şeyler görmek isterseniz uğrayabilirsiniz. Bunun dışında ise hiç tahmin etmeyeceğiniz noktalarda mükemmel evler, önünüze çıkan dünya güzeli eşekler, sarı mavi hatıralar vaad ediyor size burası.





Chora ise mükemmel. Ama MÜ-KEM-MEL ! Chora, tekrarlayayım, Yunan adalarının en görülmeye değer, en merkezi, en pitoresk köyleridir. Özellikle Kiklad ada grubunda, Chora her zaman limandan görülmeyen bir noktada ve oldukça yükseğe kurulmuştur. Bunun en temel sebebi, potansiyel bütün saldırılara ve işgallere karşı en değerli köyü korumak. Denizden gelen düşmanın, korsanın Chora'ya saldırmaması için bir nevi koruma yöntemi. Folegandros'un Chora'sı adanın ortalarında, bir tepeye kurulmuş o yüzden. Belediye çok mantıklı bir karar almış ve Chora'yı araç trafiğine kapatmış. Girişinde oldukça büyük üç tane otopark var, arabınızı oraya bırakıyor ve yürüyorsunuz. Chora'nın en büyük özelliği Venedikli kardeşlerimizin yüzyıllar önce yaptığı sarnıçlar. Yağmur sularının biriktirdiği sarnıçlar inşa ederek adanın su problemini ortadan kaldırmışlar. Bu sarnıçları yapabilmek için de dağınık düzende inşa edilmiş köyün bazı evlerini yıkıp küçük meydanlar yaratmışlar. Minicik köyde 5-6 meydan var ve tüm bu meydanlar daracık sokaklarla birbirlerine bağlanıyor. Mikro şehir planlamacılığını Ege'nin ortasında hiç ummadığınız bir adada deneyimliyorsunuz böylece. Dediğim gibi şık bir kitle Folegandros'a geldiği için mekanlar, butikler, hediyelik eşya dükkanları da ona göre. Ben ablama bir  tane elbise beğendim mesela, etiketi çevirdiğim gibi 120 euro'yu görünce usulca elbiseyi bıraktım ve arkama bakmadan dükkandan ayrıldım. Yeme içme Atina'ya göre daha pahalı ama atla deve değil. Diyelim ki Atina'da kişi başı güzelce yiyip içip 15 euro veriyorsunuz, Folegandros'ta 20 euro oluyor bu. Hadi taş çatlasın 25.








Ada sahilleri, plajları biraz tartışmaya açık bir konu. Araçla ya da toplu taşıma ile ulaşılabilen plaj sayısı 3-4. Diğer bütün plajlara, araçla ulaşılabilen plajlardan küçük teknelerle ya da bacaklarınıza kuvvet yürüyerek ulaşabiliyorsunuz. Limanın hemen yanında bulunan Chochlidia Plajı ulaşması en kolay plaj. Çoluğu çocuğu bol, çakıl taşlı, bakkalı marketi yakın, suyu mis gibi bir plaj. Ben son gün, başka bir adaya gideceğim ve feribotum akşamüstü hareket edeceği için, evden çıktıktan sonra burada geçirdim zamanımı. Böyle bir senaryo için mükemmel, başka türlü tercih etmem.



Agkali (Agali diye okuyabilirsiniz)  belediye otobüsü ya da arabayla kolayca ulaşabileceğiniz, adanın güneyinde yer alan bir plaj. Diğer güney plajlarına da buradan kalkan minik teknelerle gidiyorsunuz. Agkali'nin güzel tarafı, hemen girişinde bir otopark ve üç beş yeme içme mekanı bulunması. Acıktınız mı, hop hemen dibindeki tavernaya atın kendinizi, kokteyl mi içmek istediniz aniden, bir tane bar var, bir su kahve alayım mı dediniz, minicik bir mekan sizi bekliyor.



Benim favorim ise Ag. Nikolaos plajı. Agkali'den yarım saatte bir kalkan teknelere binebilir ya da 20-25 dakika tepelerden ine çıka yürüyerek ulaşabilirsiniz buraya. Tekne kullanmak isteyenler için gidiş dönüş fiyatı 5 euro. Oldukça sessiz, sakin bir kitlesi var, hırı gürü yok. Genelde 30 yaş üstü, elinde kitabı olan tayfa takılıyor burada. Turkuaz rengi bir deniz, en sevdiğim çakıl taşları, biri deniz seviyesinde diğeri biraz tepede iki taverna, ve tabii ki bir kilise var burada. Bütün bu plajlar için ortak nokta şu: şezlong yok, şemsiye yok ve tesis yok. Gelirim, parası neyse verir şezlongda yatarım diyorsanız eğer avucunuzu yalarsınız. Bu konu beni ben oradayken çok düşündürdü açıkçası, ben arabanın bagajında plaj sandalyesi ve şemsiyesi olduğu için bu durumdan olumsuz etkilenmedim ama koca adada (koca değil tabi ama anladınız siz) bir tane bile şezlonglu şemsiyeli plaj olmaması ilginç geldi. İlla ki bu durumu iyi ya da kötü olarak nitelendiremem. İyi olan tarafı şu; plajlar herkesin, güzel bir denizde yüzeceğiz diye cüzdanımızı boşaltmak zorunda değiliz, sonsuz hizmet bekleyen ket vuramadığımız hallerimize koca bir nah çekiliyor. Kötü tarafı şu; sürekli yanımızda şemsiye ve sandalye mi taşıyalım, gölge bulamazsak cilt kanseri mi olalım? Bir de dediğim gibi, adanın kitlesi, parası oldukça bol şık şukalak, ciks insanlar. Akşam yemeğinde bir alımla bir çalımla masada endam eden abiler ablalar, gün içinde bu plajlarda sadece bir havlu serip saatlerce güneş altında yatabiliyorlar. Belki sadece benim anlamadığım bir durumdur, çok da kurcalamıyorum o yüzden. Ben kendi işimi gördüm sonuçta.






Folegandros'tan döneli çok olmadı ama böyle zihnimde en çok, Ceren'in deyimiyle "günün en güzel zamanı" halleri geliyor. Güneş yavaş yavaş batarken bu yabani, bu ağaçsız, bu bol rüzgarlı, uçurumlu adanın her dakika gözümde ne kadar başka renklere büründüğünü hatırlıyorum. Bir yaz günü, güneş görmüş tenimin hafif acısını hissediyorum, duş almışım, mis gibi kokuyorum, kocaman yanaklarım kıpkırmızı. Rüzgar bi esiyor, bir mutlu oluyorum. İçtiğim biranın / şarabın ilk yudumu bana ne kadar şanslı olduğumu hatırlatıyor. Kocaman bir denizin ortasında küçücük bir adadayım. Güzel, şık, gülümseyen insanlar var. Ben de gülümsüyorum. Buraya bir daha gelir miyim diye düşünüyorum, gezecek o kadar çok yer var ki, gelmeyeceğimi biliyorum. O biraz üzüyor. Giderken esaslı bir veda etmek lazım demek ki.



Boz mu boz bir ada burası, ağaç bile yok. Evden çıkarken Yannis geliyor düldül arabasıyla anahtarı almaya,  "Çok rüzgar var hala, umarım iyi geçmiştir tatilin." diyor. Taş bağladım Yanniciğim, unuttun mu? Uçmadım o yüzden.

107 views

Naxos

bottom of page