Yazı yayınlanma tarihi: Kasım 2016 (www.themahmut.com)
“Girit’te her şey daha iyidir.”
2015 yazında yerleştiğim ve hâlâ yaşadığım Atina’da, en çok duyduğum cümlelerden biri oldu bu. Kessariani semtinde en sevdiğim Girit lokantasında, dünyanın en güzel şeylerini yiyormuşum zannederken yanımdaki Giritli tabağından bir çatal alıp, bir süre sonra “Girit’te daha iyi yapıyorlar.” demişti çok da memnun olmayan bir yüz ifadesiyle. Ben tabağı yalamayı düşünürken onun suratı ekşi ekşi idi. Bunu kabul etmek zorundaydım; deniz, güneş, domates, peynir, meyve, sebze…
Her şey Girit’te daha iyidir.
Ağustos sıcağında, sabahın erken saatlerinde Ierapetra sokaklarında parmak arası terliklerim ve kafama zor sığan hasır şapkamla yürüyorum. 12 günlük tatilimin ilk günlerini Ierapetra’da ve şehrin bağlı olduğu Lasithi bölgesinde geçireceğim. Şehir, geldiğim ülke, Türkiye’deki birçok yaz şehrini anımsatıyor bana. Birbirinden güzel binaları yıkıp yerine yaptıkları ortalama çirkin apartmanlar, deniz kenarında müdavimlerini ve turistleri ağırlayan vasati lokantalar, gereksiz bir araba kalabalığı, kapı önlerini yıkadıktan sonra sandalye çekip saatlerce oturmaktan ve gelene geçene laf atmaktan başka eğlencesi olmayan yaşlılar…Yine de sahil şehri işte, ne kadar kötü olabilir ki? Pür dikkat şehrin en eski pastanelerinden Veterano’yu arıyor gözlerim. Haritada yerine bakmamış olmama rağmen 5-10 dakikalık bir yürüyüş sonrasında buluyorum mekanı. Kalitsounia almam lazım, Giritli binlerce kez söyledi çünkü. “Ierapetra’da Veterano’dan kalitsounia almayı unutma!”
Pastaneye girdiğim gibi buram buram tereyağı kokusu başımı döndürüyor. Ortasındaki bölmede bulunan şerbetli tatlılara bakıp bağıra bağıra “Muhteşem görünüyorlar!” diyen -muhtemelen- ABD diyarlarından olduğunu düşündüğüm turistlerin önünden hızlıca geçerek, hedefe kitlenmiş bir şekilde kasaya doğru yürüyorum. Aradığım ve almam gereken o; peynirli, tatlı tuzlu, tarçınlı çörekler, kasada duran tatlı pastaneci kadının arkasındaki tepside çünkü. Onlarcası… Acınası Yunancam ile 8 tane istiyorum, kadın hiçbir şey söylemeden büyük bir hızla dikdörtgen karton bir kutunun içine diziyor çörekleri. Efharistoooo....
Şehri biraz daha gezerken, her ne kadar kutuyu açıp bir an önce ağzıma bir tanesini atmak istesem de tutuyorum kendini. Ierapetra sokaklarında bir sağa bir sola, yavaş yavaş yürüyorum. Ierapetra’ya yaklaşık 10 kilometre uzaklıkta bulunan Ferma’da, zeytin ağaçlarının arasından deniz gördüğüm mütevazı odamdaki komidinin üstüne koyuyorum çörekleri, devam ediyorum günüme. Kalitsounia ile tanışmak için doğru zamanı bekliyorum. Günüm, benden başka sadece Fransız bir çiftin arada uğrayıp gittiği, ıssız bir plajda geçiyor. Girit güneşi, Libya denizi, huzur, hepsi benim. Geceyi, adını hatırlamadığım ancak yemeklerinin tadını hiç unutmayacağım bir tavernada Girit rakısı ile hafif sersemleyerek bitiriyorum. Midem Girit’in toprağıyla, havasıyla, güneşiyle beslenmiş onlarca şeyin inanılmaz karışımı ile şenleniyor. Girit rakısı üç yudum sonrasında boğazımı kadifeye çeviriyor. Yalpalaya yalpalaya döndüğüm odamın balkonunda bir süre oturduktan sonra içeri geçiyor ve huzurla uyuyorum.
Ertesi günün sabahında, acısı keyif veren güneş yanığını tenimde hissederek erkenden uyanıyorum. Sabah 8 bile değil, balkonuma Girit’in Ağustos güneşi daha vurmamışken kahvemi hazırlıyorum yarı uykulu, yarı uyanık. Küçücük bir tabağa özenle bir tane Kalitsounia yerleştiriyorum. Dikkatli adımlarla tabağı ve kahveyi koyuyorum balkon masasının üstüne. Zeytin ağaçları çok hafif sallanıyor, mavi deniz göz kırpıyor. İştahımın esiri olmamaya çalışarak kendimce küçük bir ısırık alıyorum çörekten. Yumuşak, tuzsuz peynir Mizithra, balla, vanilyayla, şekerle, tarçınla buluşmuş, gayr-i ihtiyari bir “mmmm” sesi çıkarıyorum kendiliğimden. Peynirli karışımın içine doldurulduğu hamur ne çok sert, ne çok yumuşak, tam da bu karışıma yakışan cinsten. Ağzımda tatlı tuzlu, mükemmel bir tat var. Uzun uzun, tadını çıkararak çiğniyorum bu cennetten parçayı. Isırdıktan sonra kapanan gözlerimi usulca açıp gülümsüyorum.
Girit’te her şey daha iyiymiş.