Damarına takılıyor gözlerim. O hareket ettikçe soluk yeşil ve incesinden bir yol geçiyor boynundan. O görkemli dövmesinden herhalde, görmemişim daha önce. Elinde kokteyl karıştıcısını kaldırıp indiriyor bi hırsla, bi sağa bi sola çalkalıyor alt dudağını ısırarak. Şıkır şıkır sesler de cabası. Koca mavi gözlerini çok kısa da olsa dikiyor gözüme, ben o esnada ona bakıyorum, baktığımı biliyor(du) zaten. Ben çoğu zaman çoğu kişiye arsızca bakarım. Çok keskin bir makas nasıl da hızlıca, göz açıp kapayıncaya dek kusursuzca bi kağıdı keser , işte öyle çekiyor gözlerini benden. Başkasının içine giriyor şimdi bakışlarıyla. Sağ elimle, önümde duran bardağı kavrıyorum bir panikle. Pencereden dışarı bakıyorum, insanlar muhabbette. İşte o kendini bilmez beğenmez, ne yapacağına karar vermez, aslında istekli ama ne de korkak halim. Ne yapacağımı bilmediğim için ortalığa gülümsüyorum, belki biri alır o nedensiz gülüşü yakalar. Kibarlığından karşılık bile verir belki. Kitabım olsa hemen rastgele bir sayfa açar, okur gibi yapardım. Sonuna gelemediğim bir cümleden bana üç beş kelime kalırdı. Kelimeler zihnimde asılı durur, belki bir zaman sonra kendi cümlelerimin içine girer, ağzımın içinden çıkarlardı ben fark etmeden. Bu günlerde binlerce adım atıyor, yüzlerce şarkı dinliyorum. Birçok gün binlerce adım attım, yüzlerce şarkı dinledim. O günlerin çok iyi günler olmadığını biliyorum, tüm günlerimizin iyi olmadığını ve olmayacağını da. Gece yattığımda ayaklarım sızlayana kadar yürürsem, o -beni iyileştirdiğini zannettiğim- şarkıyı bir kere dinlersem belki bu sefer olur. Daha önce tanımadığım, aslına bakarsan ilgilenmediğim, nezaket gereği üç beş kısa cümle dışında konuşmayacağım birine neden öfkelendiğimi, onu neden kıskandığımı, neden istediğimi, merak ettiğimi sorgulamak için en güzel o an değil. Sorgulamak hiç bir zaman güzel değil bana sorarsan.
Ne olmasını istiyorsun hayatım?
Söyle bana canımın içi.
Seni ne iyileştirecek?
İki kediden daha sarışın olanı duruyor barın girişinde, kapı eşiğinin tam ortasında küçük bir aslan var; giren çıkandan kimisi tökezliyor, kimi önceden gördüğü için dikkatlice atıyor adımlarını. O ise her kedi gibi öyle gamsız, kuyruğu yavaşça paspasa inip kalkıyor. Diğeri, benim daha çok sevdiğim - çünkü her şeyi sıralamaya ve karşılaştırmaya bayılırım - barın karşısındaki yüksek masanın tam ortasında gelene geçene gıdık uzatıyor. Kim seni sevsin istiyorsun şekerim, kim seni tam da o salak hayallerindeki gibi bu akşam elinden tutup götürsün? Kim versin sana o tavuklu balıklı ciğerli mamayı? Sözüm kendime mi. Sözüm kediye mi. Sözüm kime? Bir hikaye yaratmak istiyorum, o hikayenin hem içinde hem de uzağında olmak istiyorum. Kim okur, kim bazı cümlelerin altını çizer, kim o hikayeyi sahiplenir bilmek istiyorum. Bir hikayem yok. Vurucu bir cümleyle başlıyor, yeni öğrendiğim kelimelerle bildiğim cümleleri yazıyorum. Cümle değişmedikçe her kelimeyi yenisiyle değiştirsem bile faydası yok. Yolunda gitmeyen, rayına oturmayan bir şeyler var hep. İlk paragrafın sonuna zor geliyorum. İkinci paragraf tozlu, vasat, heyecansız bir haberle başlıyor hep. Okuyan yavaşça gözlerini kısıyor, gidişattan şüpheleniyor. Sürpriz yok, olay örgüsü yok, heyecan umut mutluluk hiçbiri ama hiçbiri yok. Bir hikaye hemen mi tavsar böyle? Yıllar önce şahane bir hikaye yazmışım, hala onunla gurur duymak, hala onu okuyan biri olur da beni fark ederse diye umutlanıyorum. Yıllar öyle hızlı geçti, kimin umrunda.
O “Kusura bakmayın, gelir gelmez sizi gördüm ama merhaba diyemedim.” deyince, uzun zamandır almak istediği haberi almış biri gibi rahatlıyorum. Biri beni gördü. Görünmediğimde ne kadar öfkelendiğimi artık biliyorum. Bunu artık saklamıyorum. Yüzünde müstehzi bir gülümseme var ama üstüme alınmıyorum. İşinde gücündeyken, kimseyle konuşmazken de bu gülümseme var onda. Tuvaletten bara dönerken merdivenleri hızlı hızlı indiğinde bile var. Hatırlamadığım boş bir cümleyle karşılık veriyorum. Ne olursa olsun; sesim de titrese, ağızdan çıkmaması gereken bi kelime çıksa dahi gözlerini dikip bakıyor. İnsanın içine bir ayna yerleşiyor; yansıyor da yansıyor. Ne yapalım hayatım?
Sana ne diyelim, ne önerelim? Sana ne iyi gelecek?
Müdavimler peş peşe giriyor içeri, herkesin sesi diğerininkini bastırma derdinde. En müdavim kim yarışı başlamış, yarışmacılar kılıçları çekmiş. Sadece ses, baskın cümleler değil vücut dili de giriyor işin içine. Buralar benim duruşu, buraya benden başka kimse oturamaz oturuşu, bu bardağı en sıkı ben tutuyorum tutuşu izliyorum gözlerimin önünde. Kuru bakla çerezi, fıstık, yeşil zeytin sıra sıra konuyor önlerine. Aklıma birkaç gün önce Ege’nin o güzel göğüne, o durgun masmavi denizine, bozuna, ağacına, yol kenarındaki kavunların sarısına bakarken duyduklarım geliyor. Ortalama yaşları 78 olan üç insanın bir arabada kendini dinletme, kendini duyurma çabaları geliyor. Çember daralıyor, arkadaşlarımız sevdiklerimiz ölüyor derken yaşama tutunan inatları insanın asabını bozuyor. Hem durmadan ölümden bahsediyor, hem de bir gladyatör edasıyla arenanın ortasında gururlu duruyorlar. İçimi çürüten binlerce harf heceye, heceler kelimelere, kelimeler seslere dönüyor. Hepsi çıksın gitsin istiyor, arabanın camlarını açıyorum. Hikayem yok, hikayemi yazamıyorum, dinlemekten sıkıldığım hikayeleri bininci kez dinliyorum. Onlarca - yüzlerce - binlerce kez tahta bi iskelede hızlıca koşup, bağırarak kendimi masmavi bir denize atmak istiyorum. Sersem olana, kendimi bilmeyene kadar bunu yapmak istiyorum. Sahile çıkarken yorgunluktan düşene kadar bunu yapmak istiyorum. Günler geçiyor duruyorum. Hala yaşadığıma kendimi inandırmak için bahanelerim var.
“Görüşürüz, çok ilgilenemedim, n’olur affedin.” diyor ellerini yıkarken. Ben biraz sersem, biraz sarhoş montumu giyiyorum o esnada, sesi(ni) duyunca bedenim aniden yer değiştiriyor. Affetmemek ne mümkün. El sallıyorum sadece; yürüyecek uzun bir yol var önümde, dinledikçe beni iyileştirecek şarkılar var. Eve gidince tüm bunları yazacağıma söz veriyorum. Bu sefer istediğim hikayeyi yaratacağım. Bu sefer olacak.