top of page

Kasım - Eylül

Selamiçeşme'de trafik ışıklarında bekliyorum, üniversite döneminde kullandığım, o dönem birazcık da olsa havalı olan, şimdi artık Bizimkiler'in Sabri Bey'i gibi gözüken arabamdayım. Shell'in kırmızı sarı logosu gözümün içine içine parlıyor. Solumdan bir bisikletli geçiyor, bakır rengi tayt gitmiş bir kadın, ardından şüphesiz o martı denilen zıkkım ve onun üstünde bakışlarını yola dikmiş bir genç adam. Amma martı kullanan var ya, hala gözüm alışamadı. Yayayken ayrı sinir bozuyor, araba kullanırken ayrı. Pal Nostalji'nin şaşkın DJ'i Hakan Küfündür en son Oya-Bora çalmış, hiç anlamaz mısın yar, seni bana yazmışlar diye serzenişte kötü sesli Oya Hanım. Ben de çok kötü müzik dinlediğim günleri mutlu zamanlar olarak hatırlama gereği duyduğumdan sanırım, eşlik bile ediyorum şarkıya. Ayıp olmasın, densizlik etmeyelim. Küfündür de güzel soyadıymış, beğendim, bi böyle ağız dolduruyor hem. Neredeyse 20 senelik araba(m)dan gelen hırıltıları duyuyorum. Camı açıyorum biraz hava girsin, ama bi süre sonra üşürüm, artık geceleri serin oluyor. Nasıl da yalan, serinlik görmemiş yaşamamış gibi konuşuyorsun. Kasım da bitiyor ha, ne biçim bir seneydi bu.


Schiphol'de, o kocaman havaalanını en boş haliyle görmüş olmanın şaşkınlığı üstümde, aprona bakan rahat koltuklardan birinde Deniz'in bana hazırladığı sandviçi yiyorum. En son Atina'ya Stelios'la dönerken yine onun hazırladığı sandviçleri yemiştik, onu hatırlayınca biraz içim acıyor, içim acıdığı için kendime sinirleniyorum. Kalkıp yürüyorum biraz, bomboş burası, arada derede insanlar geçiyor karşımdan, bazen yanımdan. Uçak dolu değildir umarım, öksüren olmaz, maske takmayan olmaz. İstanbul'da hasta olmak, kimseyi de hasta etmek istemiyorum. Bir ay kalırım heralde ya, bir aydan sonra dönerim artık, işime gücüme bakarım, bir ay bile fazla hem, ne yapacağım yani? Uçağın kalkmasına daha bir saat var, ekranda benim uçuşum için belirlenmiş kapı numarasını görüyor, kapıya doğru yürüyorum artık. En büyük, en güzel, en alımlı, en şıkır şıkır İstanbul Havalimanı'na uçacak THY uçağı en yenisinden bir Boeing 787-900, haşmetiyle göz okşuyor. Benim uçak onun yanında zavallı bir Anadolu Jet, mavi kanatçıkları ve paranız buna yetti ezikliğiyle körüğün yanında bizleri Sabiha'ya götürmek için bekliyor.


Ben odamdan çıktığımda genelde ablam işinin başına geçmiş oluyor, tıkır tıkır klavye seslerini duyuyorum, bazen de küçük küçük söyleniyor. Günaydınlaşıyoruz, ben mutfağa geçiyorum hemen; makinede kahve oluyor genelde, dolabı açıyor, o günün favori kupasını seçiyorum. Kahve kalmamışsa önce kullanılmış filtreyi çöpe at, çekmeceyi aç yeni filtreyi çıkar, filtreyi yerleştir, su ekle, kahve koy, düğmeye bas. Su bardağım evyenin sağında hep, ona su koy, avucuna iki vitamin yerleştir, yut onları, aferin. Bir iki saat sonra duşumu alır, biraz bi şeyler okur, bilgisayar / telefon başında zaman geçirir, belki müzik dinler, annemlere gider, bi şeyler yer çıkarım dışarı. Yaklaşık iki aydır bu böyle, dünya dertlerinin yanımdan geçmesinin ve hiçbir şey yapmak zorunda olmamamın tadını çıkarıyorum. Bu devirde bu şekilde, bu kadar gamsız ve rahat olmak beni biraz sinirlendiriyor ama bunu illa başkalarının yaşaması gerekmediğini kendime hatırlatıyorum. Evet ben de şanslı bir insanım, evet hayatımdaki insanlar ve sevdiklerim sayesinde bu kadar rahatım, evet demek ki bi dönem böyle bir hayat geçirecekmişim. Ortalamanın biraz üstü bir hayat için deli gibi çalışmaya, her zaman dürüst olmaya, bi şeyler için kıçını yırtmadan onu elde etmememiz gerektiğine o kadar inanmışım ki.


Uçağa binerken herkes çok sakin, mesafesini koruyor, garip geliyor bana insanların -insan gibi- davranması. Yolculuk beklediğimden rahat geçiyor, tek bir aksıran-tıksıran bile yok, endişeli olacağımı düşünsem de iyi hissediyorum kendimi, sürekli anons dinliyoruz, üç dakikada bir havalandırma çalışıyormuş, endişe etmemeliymişiz, yemek servisi olmayacakmış. Kese kağıdının içinde plastik bir ekmeğin içinde kalınca bir peynir var, ona sandviç diyoruz sanırım. Denizciğimin şahane sandviçinden sonra yüzüne bakmıyorum. Yanına şeftali suyu ve meyveli topkek koymuşlar. Yolculardan biri de ‘Arkadaşlar biz 5 yaşında değiliz, bu ne saçmalık aaaa!’ demiyor, ben de demiyorum. Eindhoven’dan trene bindiğim andan itibaren taktığım maskeyi ilk kez aralıyor, kese kağıdının içindeki tek işe yarayan şeyi, küçük plastik şişe suyu ağzıma götürüyor, suyu bitiriyor, maskeyi tekrar kapatıyor, kese kağıdını yere koyuyorum. Daha İstanbul’a inmemize iki saat var.


Bostancı, Suadiye, Cadde, Caddebostan ışıklar, İskele sokaktan aşağı insem mi, aa Göztepe’ye gelmişim, dur şuradan sahile ineyim Dalyan’a kadar yürüyeyim, oraya neden Dalyan diyoruz abi, oha ne güzel güneş batıyor, yine fotoğraf çektiğime inanamıyorum, Cadde’ye çıkıp bi Zeplin’e mi otursam, biraz ilerde de Draft diye bi yer açılmış, fena değil gibi, yok ya Zeplin’de oturayım, Zeplin iyi, buradan Vartan amcalara Meri teyzelere yürürüm, önce Melda’ya ve Cem’e mi uğrasam, dur Sibel’den mesaj gelmiş, ha o 5 gibi evde olacakmış, Erim ne yapıyor acaba?

Ne kadar çok yürüdüm bu sefer, Atina günlerimden bana miras kalan yürüme sevgimi Eindhoven’a geçen Şubat ayında dönünce iyice alışkanlık haline getirmiştim. Dünya kilitlendi, sınırlar kapandı, mekanlar sustu, ben sürprizli ve güneşli Mart ayını ve zamanından önce açan çiçekleri görünce durmadan yürümüştüm, çok iyi bildiğimi zannettiğim minik şehrim Eindhoven’da onlarca bilmediğim sokak, içimi ısıtan köşeler, camlarından içeri baktığım evler vardı. Burada benzer bi his geldi oturdu içime, İstanbul zaten insanın suratına tokat ata ata değişen bi şehir, senede 2-3 kez gelmeme rağmen her geldiğimde farklı bir mekan, yıkılmış bi apartman, yeni bi komşu, kapanmış ve onun yerine açılmış, benim ilgilenmediğim bir mağaza olur. Bu sefer de varlar ve ben bu sefer onları çok daha yakından görüyorum, sürekli yürüyorum çünkü. Her zaman, senelerdir yürüdüğüm rotaları tekrar tekrar çiziyor, aşina olduğum, biri sorsa nerede olduğunu şak diye söyleyeceğim sokaklarda hızla ve maskenin içinde nefesimi duya duya adımlarımı atıyorum.


Taksideyim, ön ve arka koltuklar arasında kalın plastik bir perde var, ortasında para verme / alma haznesi. Dostum bu ne hız, bu nasıl hızlıca şartlara uyum sağlamak? Medeniyetin başkenti İstanbul’a hoş geldiniz. Bostancı lütfen. Hoşuma gidiyor ama, havaalanından çıkarken öbek öbek - kıçkıça duran insan gruplarını görünce bir asabım bozuldu çünkü. Gerçekten kafayı yemişsiniz siz, böyle saçmalık olmaz. Bu sefer Kınalı’ya gitmek istiyorum. 2018’de Burgaz, 2019’da Heybeli yapmıştık, sıra Kınalı’da, bir de karşıya geçeriz bi ara, Sevim’in terasına, Aynalıçeşme’ye. Kasımpaşa’ya ve Haliç’e baka baka güneşi batırırız. Onun dışında bizim oralarda dolanırım; Bostancı - Moda arası, ya ne olacak zaten, başka yerlere ne gerek var. Gökçe’yi de göreceğim ne güzel. Kısa da olsa bir deniz tatili yapmak istiyorum, bu sene hiç denize girmedim. Dört sene Yunanistan’da yaşadıktan sonra yılın ilk denizle buluşmasının bu kadar gecikmesi ne saçma. Assos’a mı gitsek? Yoksa seneler sonra Bodrum’a mı, hazır Erim orada. Fena fikir değil.


Bizim sokağın başında begonviller duruyor hala, yarısı solmuş, yarısı deli pembe hala. Annemlerin apartmanın bahçesinde çardak var, bazen babamı orada sigara içerken görüyorum, telefonla konuşuyor genelde. Abisi ya da kardeşi sanırım konuştuğu, ne çok telefonu çalıyor ebeveynlerin, durmadan birileri arıyor, durmadan o kapaklı telefon kılıflarını sakince açıp, telefona bi uzaktan bakıp, kimin aradığına emin olduktan sonra açıyorlar genelde. Vodafone falan arıyorsa babam mesela ‘EŞŞOLEŞŞEKLER’ diyor, bi kenara koyuyor telefonu. Sessize almıyor ama, telefon olanca sesiyle çınlıyor evin içinde. Cadde’de yürümek hala çok hoşuma gidiyor, sahile nereden ineceğime karar vermek, arada Old English’de mola vermek, yeni açılan dükkanlara bakıp batar mı batmaz mı tahmininde bulunmak. Gün her seferinde çok güzel batıyor, ben fıldır fıldır bakıyorum herkese; her kediye, her köpeğe, denizin ortasından gözümün önüne gelen martıya. Ben yıllardır İstanbul’da bu kadar uzun kalmadım, yıllardır bu kadar kimseye hesap vermeden, bi şey düşünmeden, bi şeyler yapmak zorunda olmadan yaşamadım. Koca seneyi bitirirken üç şehirde yaşadığımı hatırlatıyorum kendime; Atina-Eindhoven-İstanbul.

Gücüm yerine geliyor biliyorum, aklım da başımda neredeyse. Kalbimin yine gelip gittiği, bi farklı ritmle attığı zamanlar oluyor ama böyle şeylere kanmamayı da öğrendik. Her şey gözümün önünden hem çok hızlı, hem çok yavaş geçiyor. Ben mutenalaştırılan apartmanların o aynı ışıklı asansörlerinin aynasında kendime bakıyorum hep. Kapı kapanıyor, kaçıncı kata gideceksem o düğmeye basıyorum sonra kendime bakıyorum. Bazen çok tatlı gözüküyorum kendime, hemen gülüyorum o zaman. Bazen elimle gözlerimin altını geriyorum, parmaklarımın ucuyla burnumu biraz kaldırıyorum. Asansörün kapıları açılıyor sessizce, ben bir eve mi giriyorum, çok sevdiğim bir evden mi çıkıyorum bilmiyorum. Daha anlatacağım çok şey var.




81 views
bottom of page