Gittiğim bir yer hakkında, neredeyse iki sene sonra yazmak biraz saçma farkındayım. "Acele etmeseydin koç!" diyerek sırtıma vursanız yeridir ama Yunanistan'la ilgili bazı mekanları, bazı anlarımı, bazı insanları, belirli bir zaman geçtikten sonra hatırlayıp, onları içimden akan cümlelerle ifade etmeyi tercih ediyorum, Syros yazısı da öyle olmuştu. İşin aslı şu; o zaman kafam darmadağın, ruhum sisli, içim buruk idi. Yaşamın böyle bir şey olduğunu, hayatımıza devam etmemiz gerektiğini, yeni yerler, yeni sokaklar görünce, başka bir denizin içinde durup dinlenince iyileşeceğimi tembihliyordum kendime. O yüzden o adalara, o şehirlere gidildi, o feribotlara binildi ama işte o dönemin tam ortasındayken çok da bir şey anlamıyor insan.
Bu sabah Korfu'da geçirdiğim 3-4 günün ışığı, gölgesi, mavisi geldi gözümün önüne, ada hatırlattı kendini bana; özel bir sebebi yoktu, ne bir Korfu fotoğrafı gördüm, ne başka bir şey. O zaman yazmanın, anmanın, o sokaklarda gezinmenin tekrar zamanı geldi diye düşündüm ve bilgisayar başına geçtim.
İstanbul'dan Atina'ya dönüyordum, yaz bitmişti, zor bir yazdı. Üç dört ay daha Atina'da kalıp sonrasında veda edeceğim kesinleşmişti o sıra sıcak şehre. Giderken yolu biraz uzattım, uzun zamandır Arnavutluk'u görmek istiyordum, o yüzden Tiran'a uçtum. Tiran'da iki gün geçirdikten sonra ülkenin güneyinde Sarande'ye düştü yolum. Sarande'den feribotla Korfu'ya geçecek, Yunanistan'daki on altıncı adamı görecek ve uçakla Atina'ya dönecektim.
Arnavutluk'ta geçirdiğim günlerin sonunda Yunanistan'a döneceğim için heyecanlandığımı fark ettiğimde şaşırdım. Limanın yolcu bekleme salonunda kucağımda sırt çantam, ayağımda parmak arası terlik, bizi Korfu'ya götürecek küçük feribotu gördüğümde bir rahatladığımı hatırlıyorum. Oysa Tiran'da ve Sarande'de oldukça iyi zaman geçirmiş, hiç sorun yaşamamış, güzelce yemiş içmiş, yeni yerler görmüştüm. Feribotu bekleyen taş çatlasın 10 kişiydik, Ekim ayındaydık, civcivli turist sezonu bitmişti, herkes feribota hızlıca bindi, zamanında yola çıktık. Ben püfür püfür esen rüzgar eşliğinde biramı içtim ve kısa bir süre sonra yaklaştığımız adanın yeşiline uzun uzun baktım. Yunanistan'da daha önce gittiğim hiçbir ada bu kadar yeşil görünmemişti gözüme. Korfu bir İyonya Adası; adanın kuzeyi Arnavutluk'un güneyine, adanın güneyi, Yunanistan'ın kuzeyine el sallıyor. İklim, bitki örtüsü hiç de öyle Kiklad Adaları gibi değil, o boz, sarı adalardan değil, öyle bembeyaz minicik evler, mavi sandalyeler, Yunan Adası deyince aklınıza gelenler Korfu'da yok. Bu özellikle iyi bir şey değil bana sorarsanız, ben 'ada'ya gitme hissinin o boz renkle, o ağaçsız tepelerin selamıyla örtüştüğünü düşünenlerdenim. Korfu'nun yeşili aramıza hemen bir mesafe koydu o yüzden.
Feribot iskeleye yanaşırken nerede kalacağıma bakıyorum, Tiran'daki üç beş hipster mekanından biri olan Radio Tirana'da negroni içerken hızlıca seçmiştim. Rezervasyon yaparken sadece temiz ve düzenli olmasını, bir de -haliyle- denize yakın olmasını istedim. Hiç uğraşmadan 10-15 adım atayım, havlumu sereyim.
Benitses denilen bir köymüş meğer kalacağım yer, güneye doğru adanın Yunanistan anakarasına bakan tarafında. Feribottan indikten sonra nasıl gideceğime dair hiçbi fikrim yok, ben böyle plan yapmadan bi yere giden biri değilim normalde ama işte yazının başındaki gibi halim, ben zaten ben değilim. Şu var ki; Yunanistan'da yaşadığım dört sene, bana bu ülkede, işlerin bir şekilde -öyle ya da böyle- yoluna girdiğini öğretti. Limanda otobüs olmasa ne olur mesela; biraz yürür sonra birine sorarım, hatta ben birine sormadan biri gelir zaten bana yolu tarif eder, bir diğeri belki 'gel seni şuraya atayım.' der, hiç olmadı bir taksi bulurum, yorulursam kesin yemek yiyeceğim bissürü yer vardır, mola verir yoluma devam ederim. O yüzden hiç telaşlanmadım, küçük valizimi çeke çeke, bi süre binaların ve insanların daha çok olduğu yöne doğru yürüdüm, sonra bi otobüs durağı gördüm, bekleyen genç bir kadın vardı, ona Benitses'e giden herhangi bir otobüsün geçip geçmediğini sordum, gülercecik yüzüyle geçtiğini ve numarasını söyledi, üç beş dakika sonra gelen otobüse bindim ve yaklaşık 20 dakika sonra kalacağım yerin önünde indim. Belki de Sarande'den beni Yunanistan'a götürecek feribotu gördüğümde bu yüzden keyfim yerine gelmişti, bir şekilde yine işlerin yoluna gireceğini içten içe hissettiğim için.
Benitses oldukça güzel bir plajı ve küçük bir marinası olan bir ada sahil köyü. Belirli bi bölgesinde tavernalar & cafe barlar yoğunlaşmış, orada bir de eczane, iki süpermarket, başka gerekli birkaç dükkan daha var. Gerisi evlerden ve benim gibi ziyaretçilerin kalabileceği otellerden, pansiyonlardan ibaret. Benim kaldığım yerin sahibi 70'lerinde çok kibar ve tatlı bir hanım, mekanda bir tek benim kaldığımı söylüyor, Ekim ayında ve hafta içi burada olmanın etkisi sanırım. Gelmeden önce okuduğum bazı kaynaklarda Korfu'nun genel olarak denizinden çok medet ummamamız gerektiği yazılsa da ben halimden memnunum, evet Yunanistan'da gördüğüm en güzel deniz değil ama dert edeceğim hiçbir kusuru yok. Sahilde benim dışımda iki üç kişi oluyor en fazla, yüzüyorum, kitap okuyorum, 90'lar Türkçe pop şarkılarının video kliplerindeki dertliler gibi ayaklarımı kumsalda suya çarpa çarpa yürüyorum, havam bin beş yüz. Gökyüzünde küçük bembeyaz bulutlar, başımın üstünde hasır şemsiyeler, lacivert şezlonglar, turuncu mayom, açıktan koyuya mavi bir deniz bana Benitses'i özetliyor. Bir de her akşam gün batarken kendime seçtiğim bi tavernada yediğim balıklar ve içtiğim kadehlerce ouzo. Mekanlar da bomboş zaten, kalabalık olmayınca ben huzurluyum, sessizliğin sakinliğin, akşam renklerinin keyfini sürüyorum.
Korfu'nun eski şehrine kendimi attığımda, sokaklarında dolandığımda işler biraz değişiyor, gündüzlerimi deniz ve güneş eşliğinde Benitses ile geçirirken günün bitmeye yakın saatlerinde eski şehirde buluyordum kendimi. Güneş batmadan oradaydım genelde, sokaklarında gölgelerin, renklerin değiştiğini görüyor, batarken sulara pembesini verdiği anı kaçırmamak için ara sokaklardan hızla kendimi denizi görebileceğim bir köşesine atıyordum. Korfu'nun, özellikle old town (eski şehir) bölgesinin, ada tarihine göz gezdirdiğimde İtalya'ya benzeyeceğini tahmin ediyordum tabii. Gitmeden önce baktığım bazı platformlardaki görseller de güçlenirdi bu tahmini. Venedikliler adaya damgasını vurmuş, adayı nakış gibi işlemiş ve şu an bir açıkhava müzesi gibi görünen haline getirmiş. Yunanlar ülkelerine Venediklilerin bıraktığı mimari ve görsel çoğu şeyden memnuniyet duyar, teşhiri ve korunması konusunda da elinden geleni yapar, bu adada da bu çabayı fark etmemek imkansız.
Beklenen oldu zira, şehrin sokaklarında heyecanla gezinirken üstünde adım attığın toprakların Yunanistan olduğuna inanmak için kendimi ikna etmem gerekti sık sık. Meşhur, İtalya'ya giden herkesin bahsettiği, gördüğü anda fotoğrafını çektiği, ülkenin simgesi haline gelse şaşırmayacağım asılı rengarenk çamaşır klişesini bile gördü bu gözler bu adada daha ne olsun. Bitişik nizam İtalyan / Venedik mimarisi binalar, kemerli sütünlu bina girişleri, küçük mağazalarla dolu pasajlar, daracık Arnavut kaldırımlı sokaklar, pastel renkli tahta panjurlar, çiçekli avlular, zarif sokak lambaları, binaların arasında çekilmiş elektrik kabloları, hepsi buradaydı. Neden olduğunu bilmiyorum ama bu durumdan hiç hoşlanmadığımı fark ettim yürümeye başladığım ilk dakikalarda. İtalya'ya benzeyen herhangi bir yerin kötü görünmediğini hepimiz gibi ben de biliyordum pek tabii ama bir şekilde olmaması gereken bir yerdeymişim hissi kapladı beni. Gördüğüm her kare fotoğrafı çekilmeye değer, bir film sahnesine ev sahipliği yapacak kadar güzel, romantik ve çekici idi ama ben bununla mutlu olacağıma aksine biraz da hayal kırıklığına uğradım.
Oturup teker teker hangi binanın önemli olduğunu, Venediklilerin kalelerini ve diğer onlarca eseri, İngilizler tarafından yönetildiği dönemde adaya kalanları, hangi cafeye ve restorana gitmeniz gerektiğini, nerede en güzel gün batımını görebileceğinizi yazmayacağım. Hayal meyal hatırlıyorum, oradayken de her seferinde gördüğüm tüm önemli ve göze çarpan binayı eseri not edip, ne olduğuna bakmaya çalışmış ama daha okurken bile sıkılıp vazgeçmiştim. Zaten ruhumun beynimi yediği bir dönemdi, adanın içinde de gördüğüm her şeyin çok güzel olduğunu biliyor ama bundan keyif almıyordum. Yoksa özellikle eski şehrin güzel olmadığını iddia edecek kadar hadsiz değilim. Benim yaptığım daha önce gördüğüm on beş adanın sonrasında karşıma çıkan bu janti, havalı, farklı, ilgi çekici adanın içine girememek, onun havasının, rüzgarının, güneşinin beni sarmasını engellemek oldu. Boz tepeleri, beyaz evleri, mavi sandalyeleri, şıkır şıkır sahilleri, akşamın serinleten yelini görmeyip hissetmeyince kendi kendime küstüm.
Son akşam, denize bakmak için yol kenarında eklenmiş teraslarından birinde bir banka oturdum elimde şarabımla, eski liman görünüyordu baktığım yerden, karşımda kimsenin yaşamadığı Vido adası vardı. Önümden tekneler, gemiler geçti, güneş rengini yumuşattı, tenimi daha az yaktı, deniz ara ara kımıldadı. Aşağı baktığımda balık tutan bir adam ve onun biraz gerisinde bir taşa oturan, muhtemelen sevdiceği olan bir kadın gördüm. Deniz berraktı taşlar gözüküyordu, güneş batmıştı yüzüm yanıyordu, onların fotoğrafını çektim, banktan kalktım ve havaalanının yolunu tuttum.
Korfu, Dört buçuk senelik Yunanistan hayatımda; o farklı, çok mutlu olduğum, çok uğraş verdiğim dönemde, ülkede görüp de bir daha yolumun düşmeyeceğini düşündüğüm ilk ada oldu.