Eniştem; koca sesli, cevval, güçlü kuvvetli, bulunduğu yerde izini bırakmak isteyen biriydi. Babamla birbirlerine 'bacanak' derlerken, bu deyişin öncesinde ve sonrasında birbirlerine her türlü küfrü eder, kendi aralarında gülerlerdi ergenler gibi. (Araya seksist küfürleri alıyoruz tahmin edeceğiniz üzere)
Viyana, benim hayatımın - birçok yazımda direkt ya da dolaylı olarak belirttiğim gibi - çok önemli ve değerli bir yerini kapsarken, ben daha çok teyzem ve kuzenlerimden bahsettiysem de orada eniştem de vardı. Her zaman vardı. Koca sesiyle bana 'oğlum' derken, araba(ları)na olan düşkünlüğüyle, buzdolabına yığdığı biralarıyla, 51 oynarken durmayan çenesiyle, torunlarına kızarttığı patatesleriyle hep oradaydı. Benim Viyana'ya gitmek için bir sebebim olmasına gerek yok. Orada başka bir ailem, ergenliğimden köklenip filizlenmiş başka bir hayatım var zaten. O şehrin sokaklarında yürürken kendime eklediğim gereksiz bi gurur hep benimle. Ben buraları biliyorum, ben bu sokaklarda büyüdüm. O yüzden yaklaşık bir ay önce Viyana'ya uçarken bir sebebim yokmuş gibi davrandım. Uçak inerken şehrin üstünden salınarak geçti, ben neredeyse her semtini tanıyıp, heyecanla selamladım. Uçağın tekerlekleri piste değdi, öylesine gelmişim gibi davrandım. Oysa ki çok geçerli bir sebebim vardı.
Çocukken, bizim eve gelen misafirlerin yakınında durmaya bayılırdım. Büyük insan muhabbeti çok hoşuma giderdi çünkü. Anne ve babamın arkadaşları oradayken, artık rakı mı sebebi, yoksa başka yetişkinlik sancıları mı bilemem; bir süre sonra hararetle bir şeyler tartışılırdı. Sesler yükselirdi, kaşlar çatılırdı, eller daha çok kıpırdardı. Artık politika mı konuşurlardı, sülale muhabbetleri mi, başka şeyler mi emin değilim. O esnada dikkatle onları izlediğimi ve gerginliğin sebebini çözmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Benzerlerini ya da aynılarını son Viyana seferimde Yavuz'la (kuzenim) konuşurken kendimin de yaptığını fark ettim. O bi şeyler söyledi ben çok sinirlendim. O da muhtemelen bana sinirlendi. Bu benim kendime yaşlılık (demeyelim ama yetişkinlik mi diyelim?) manifestom oldu. Bundan biraz utandım. Neyse ki o gece; Yavuz'la bir parkta, kaykaycıların kıvrık pistinin tepesine birbirimizi atarken son buldu. Yetişkinlik siniri de bi yere kadar. Çok sevdiğin kuzenle itişmek, onunla sarhoş muhabbeti yapmak daha onarıcı galiba. Sonra kitaplardan konuştuk, ne kadar mutsuz olduğumuzu, bazen de ne kadar mutlu olduğumuzu konuştuk. Viyana'da bulunduğum o 7 gün içinde sonbaharın ne muhteşem, ne de parıltılı olduğunu itiraf etmesem olmaz. Her yeri ağaç, her yeri yeşil bu şahane şehrin mevsim gereği nasıl güzel bir makyaj yaptığını, o güzel saçlarını döktüğünü anlatmasam da olmaz. Sonbaharı ne kadar severim, Viyana'yı belki ondan çok severim, kendime haksızlık etmem, onu da biraz severim. Ama sarıdan turuncuya, turuncudan kırmızıya bir geçit gibiydi. Bi mevsim bitiyordu, ağaçlar son bir kez onlara bakmam(ız)ı istiyordu.
Eniştem o gün hastaneye, onu ziyarete gittiğimde benimle zorlansa da uzun uzun konuştu. Odaya girdiğimde çorbasını bitirmişti, tatlısından bir kaşık zorla aldı, sonra tekrar uzandı. Yemek içmekten zevk almadığını söyledi ilk bana. Obur ve iştahlı biri olduğum için bunun ne dehşet verici bi şey olduğunu düşünüp mırıldandım, anlamlı bi şeyler söylediğimi umarak. Üç saatten fazla yanında kaldım, güneşli bir gündü. Ben asla diyecek bir şey bulamadığım için hastanenin ne kadar yeni ve temiz olduğunu 46 kere tekrarladım ona. Sanki onun çok umrundaymış gibi.
'Enişte yalnız bu hastane de çok iyiymiş, pırıl pırıl vallahi!'
---- sessizlik ----
Hayat o bir haftada da -pek tabii ki- devam etti. Teyzem eskisi gibi yemek yapamadığını iddia ederek beni besledi, ben ergenliğimin sokaklarında yine dolandım, Cafe Savoy, Marea Alta yine sığındığım mekanlar oldu. Şahane sergiler gezdim, Meghan ve Conny ile bir bankta oturup kışa dönen gün ışığında muhabbet ettim, Atilla abimin bebesine uzun uzun baktım, Hülyacığım ne tatlıydı ama ne kadar yorulmuştu onu gördüm. Teyzemin banyosunda yine yedekte 4 şişe deterjan vardı, yine ev mis gibi kokuyordu.
O gün hastanede yine o Boşnak iş arkadaşından bahsetti, arkadaşının evini anlattı. Adam eniştemin de çalıştığı şirkette onun gibi bir kaynak işçisiydi, birçok yerde çalışmışlardı, Bosna Hersek'te yaptırdığı evine eniştemi birçok kez çağırmıştı, evin kocaman bir bahçesi, bahçesinde erik ağaçları vardı eniştem gidememişti. O hikayeyi, o güneşli günde, güneşin hastane perdelerinden odaya girip, eniştemin yüzünü aydınlattığı anlarda yine dinledim. Neden aynı hikayeleri defalarca dinliyoruz, neden aynı hikaye onlarca kez anlatılıyor, o zaman da anlamadım. İlk kez dinliyormuşum gibi kafamı salladım.
Hayat benim eksenimde olanca rengiyle devam etti; ben sıkışmış, yoğunlaşmış bir yükün altında kalan ya da çevresinde gezinen sevdiklerime biraz iyi geldiğimi umut ettim. Belki bir iki anı hafifletmişimdir diye düşündüm. Şehrin renkleri tanıdıktı, yüzleri bilindikti, sokaklarında adımlarım onlarca sene izini bırakmıştı. Ne umudu ne umutsuzluğu içimde barındırarak Viyana'dan ayrıldım.
Eniştem, göğsündeki ağrıyı söyleyebildiği andan çok kısa bi süre sonra bize veda etti. Her şey çok hızla, hiç yormadan, hiç karar vermeye gerek kalmadan bitti. Yapraklar sarı kızıldı, artık yere düştü. Yıllarca kullanıp değiştirdiği , yeşil renkli Opel arabaları belki hala yollardadır, başkaları kullanıyordur. Benim için o, eve girdiğimde mutfaktan bir hevesle çıkan, o koca sesiyle beni selamlayan, bana sarılan biri. Vücudu orada olmasa ne olur, ben onu görürüm.