uçak zamanında kalktı, zamanında indi. gatwick'ten 50 dakikada eve giderim diye sevinirken stansted cehenneminde buldum kendimi yine. uçağını kaçırmayacaktın aslan! bu sefer otobüsle whitechapel üzerinden waterloo'ya vardım. yine o tatlı, çok sevdiğim kırmızı trenler. yine üçüncü durakta in bakalım: vauxhall, clapham junction, earslfield. eve gitmeden mahalle barlarından the wandel'a oturdum. neck oil ipa içer miyiz? o şahane rengarenk bardağında hem de. earlsfield'a hiç cumartesi öğleden sonra varmadım sanırım. daha önce ortalıkta hiç bu kadar insan gördüğümü hatırlamıyorum. eve varınca marco önüme kendi yaptığı bolonez soslu bir makarna koydu, her zamanki gibi çok lezzetliydi. tuğba ile nefes almayarak konuştuk, o neler yaptı etti, ben nelerle uğraştım, şöyle güzel bir güncelledik birbirimizi. şahane sanat eserleri almışlar, hem de exeter'den. borcun harcın arasında.
bir iki saat sonra evden çıktım, 77 numaralı otobüse bindim. silverthorne road durağında inip clapham common'a indim önce. kemal'in beni seneler önce götürdüğü lubunya mekanının önünde sıra vardı, e cumartesi akşamı, doğal. cumartesi kalabalığına ve lubunya kitleye kendimi gösterecek cesareti bulamadım. gerisin geri döndüm. the clapham tap isimli, sakin bir pub'dayım. çok yüksek sesle konuşup kahkaha atan kadınlar, hayvan gibi güzel vücutlu bir barmen var. içtiğim bira ılık, bu pek hoş değil. ikinci bira soğuk. ama istediğim gibi bir pilsner değil. tadı biraz küflü gibi gelen biralardan. tatlı bir gay çift geldi. birinin çantasında ne bayrağı olduğunu bilmediğim bir bayrak vardı. o daha kısa boylu. ondan uzun, daha açık renkli, muhtemelen daha sarhoş sevgilisi tatlı tatlı götünü okşadı. otobüste üst kata oturdum her zamanki gibi. perdesi açık ve güzel ışıklandırılmış evlere baktım. ev buluşmasında keyifle içkisini yudumlayanlar vardı. bazen böyle şeyleri çok özlüyorum. teneke tuborg'dan başka bir şey de içilen ev buluşmalarını. süslenmek, insanlarla tanışmak için hevesimin olmasını. bir 'yabancı'ya yarınlar yokmuşcasına her şeyi anlatmayı. mekanda üçüncü biramı aldığım barmen pırıl pırıl genç bir oğlan. çok güzel gülüyor, incecik ve çok kibar. ensesinde kocaman iki tane pembe sivilce var.
benden başka herkesin (herkes değil tamam) benden güzel göründüğü saçmalığından vazgeçemiyorum. artık böyle saçma kaygılar karşısında yenik durmak istemiyorum. görünmez olmayı seçersem kimse beni görmez. kolay olmayacak belli. içimi kemiren, çürüten o pis histen kolay kolay vazgeçmeyeceğim. bahçede sigara içen, bordo tişörtlü, beyaz saçlı adamın gizlice fotoğrafını çektim. barda çoğunlukla kısa boylu erkekler var. benim tatlı gülüşlü barmen bahçede sanırım. boş bardak topluyor. mekanın arka tarafında kocaman bir bahçe var ama ben oturduğum yerden memnunum. üşümek, sigara kokusu ve bağıran insanlar istemiyorum.
the wandle: neck oil ipa
the clapham tap: jimbo bitter, the clapham tapper
adından çok emin olmadığım bir mekandayım. earlsfield'dan trene bindim, 5 durak sonra kingston upon thames'de indim. tren istasyonu çevresinde pek bi numara yok ama nehir kenarı hiç fena değil. bugün hava çok güzel olduğu için büyük bir parkta doya doya yürümek istiyorum. richmond park'ı o yüzden seçtim. kingston'da parkın güney kapısından gireceğim. ortadaki gölete kadar yürüyüp kuzeydoğu yönüne devam edip richmond'a ulaşacağım. bu rota en az iki saatimi alır. halim kalırsa richmond'da da biraz gezerim. pub aşırı sakin. biraz önce siyah labradoru olan bir çift girdi içeri, labrador inanılmaz sevimli. zor konuşan, zor yürüyen bir adam var. mekandaki çoğu insanla konuşuyor. ben london pride içiyorum bunları yazarken. nedense mekana girerken gerildim, neden bilmiyorum. şimdi daha rahatım. barda çalışan yaşlı beyefendi çok kibar. konuşması çok sakin, 60'larında biri. hayatı boyunca hep bir pub'da mı çalıştı acaba? birayı bitirip kalkayım. burası saatlerce kalabileceğim bir yer çünkü. karanlık, sessiz, labradorun yanısıra iki köpek daha geldi ve bira içiyorum. çok acıkırsam turşulanmış yumurta yerim. sağlığıma ne kadar özen gösterdiğimi herkes bilir zira.
richmond park çok güzeldi. tahminimden daha yabani bir parktı. orman desen orman değil, uzun, saza benzeyen çayırların, çimden çok vahşi otların olduğu kocaman bir park. üstelik birsürü geyik de gördüm. insanlara - haliyle - çok yaklaşmadan sakince takılıyorlar. parka saat 15:00 civarında girdim, yürürken bir süre laura marling'in son albümünü dinledim. sonra ağaçların dallarında kıpır kıpır kuşların sesi şarkılara eşlik etmeye başladı. kulaklıkları çıkardım, kuşları dinledim. heathrow'a inen uçaklar richmond park üzerinde iyice alçalmış oluyorlar. küçüklüğümden beri en sevdiğim oyun 'havayolunu ve uçak modelini tanımaca' oyununu oynadım. virgin atlantic dışında hepsini bildim. onu neden air india zannettim acaba? parktan planladığım gibi richmond hill'e çıktım. adı üstünde bir tepe. thames nehri ve gün batımını izliyordu onca insan. evler, mekanlar, insanlar pek güzeldi. bir pub'da oturup bir şeyler yerim diye düşündüm ama mekan o kadar kalabalık ve gürültülüydü ki nasıl çıktığımı bilemedim. sainsbury's vardı yakınlarda. oradan bi sandviç ve çikolata aldım kendime. gökyüzü o sırada pespembe oldu, keyfim daha da yerine geldi. district line ile önce earls court'a, oradan da southfields durağına geldim. burası eve yürüyerek 10-15 dakika uzaklıkta kendi halinde bir mahalle. the old fields isimli bir mekandayım. önce camden hells lager içtim, şimdi de wimbledon lager içiyorum. wimbledon lager bayağı lezzetliymiş. yan masada bir aile var (sanırım yani) ve bağırarak konuşuyorlar. bundan çok sıkıldım ama londra'nın, ingiltere'nin herhangi bi yerinde buna engel olmak imkansız. yoksa mekan fena müzik çalmıyor. istanbul'a dönünce götümü başımı, yediğimi içtiğimi ve paramı pulumu toparlamam lazım. böyle olacak gibi değil. birazdan eve geçiyorum.
park tavern: london pride
old fields: camden hells lager, wimbledon lager
sabah kalkar kalmaz mutfağa gittim, tuğba oradaydı, bulaşık makinesini boşaltıyordu. marco çoktan evin bahçesinin sonundaki çalışma odasına geçmişti. bugün ikisi de evden çalışıyor. kendime domatesli, beyaz peynirli omlet yaptım. tuğba ile çene çalarak kahvaltımı bitirdim. bugün için bir program yapmadım, sallana sallana bir oraya bir buraya baka baka gezeceğim. akşama tiyatro oyunu var zaten. national portrait gallery'e gitmeye niyetliydim, hatta 10:30'a rezervasyon bile yapmıştım ama sabah sabah evden çıkmak işime gelmedi. zaten o rezervasyon da biraz pandemiden kalma bir alışkanlık olarak duruyormuş müzenin sitesinde. 156 numaralı otobüse binip vauxhall'a geldim. önümde çok tatlı bir oğlan ve babası oturuyordu. oğlan sürekli bir sayı ile diğerini toplayıp sonucunu babasına söylüyordu. komik bir tipti. ikisini de izlemek beni çok mutlu etti. köprüden geçip nehrin kuzeyine attım adımlarımı. the white swan isimli bir pub'dayım şu an. masaların birinde dört kişilik bir grup oturuyor. tayt üstüne şort giymiş, koca ayaklı, uzun adam bizim tayfadan. bağıra bağıra konuşan bir lubunya. kendisinden, partnerinden, işinden bahsediyor ve sadece arkadaşlarının değil bizim de bunları duymamızı istiyor. duyalım bakalım. akşama national theater'da izleyeceğim oyun için heyecanlıyım. emma d'arcy dışında sahnede tobias menzie'yi de görmek şahane olacak. galiba (galiba mı?) bir bira daha içip öyle yürümeye devam edeceğim. ibiş bir turist gibi soho, covent garden civarında yürüyüp seven dials market'ta bir şeyler yemeyi planlıyorum. oyunu izlemeye aç aç gidilmez. pub'da benim gibi pencere kenarında tek başına oturan biri var. saçlarını toplamış, güzel elleri, güzel de yüzü var. gri, sıkıcı bir boğazlı kazak giymiş. hafif göbekli, okuduğu kitabın arasına onlarca renkli post-it koymuş. kısa bir süre olsa bana baktığını düşündüm ama boşa heyecanlandım. euro cup şapkası taktı şimdi kafasına. o sıkıcı boğazlı kazaktan anlamalıydım. sağlık olsun. paul mescal'i aramaya devam. gerçi o da futbol seviyor sanırım. gri boğazlı kazak giymez en azından.
regent street - vincent square - st.james park rotasını çizerek seven dials market'a ulaştım. kendimce ilginç, brutalist olmasa da modernist (ler mi acaba?) binaların fotoğrafını çektim. mükemmel bir tayland yemeği gömdüm. moo yang. çok lezzetliydi, çok iyi geldi. sonra tiyatrolar bölgesini yara yara, hotel savoy'un da önünden geçip southbank'e geldim. havanın griliği muhteşemdi, tüm sene böyle bir hava olsa gıkımı çıkarmam, şikayet etmem. british film institute
waterfront'a oturdum. telefonumu şarj ettim, insanları izledim. londra'da olmayı çok ama çok seviyorum. burada paralel bir hayatımın olduğunu zannediyorum. sakin, gösterişsiz ama sanat ve muhabbbet dolu bir hayatım varmış şanki. otobüsün penceresinden gördüğüm o güzel ışıklandırılmış, duvarında şahane resimleri olan, hafif nemli, her gelenin iltifat ettiği ev benim. ben o eve kimi zaman sarhoş, kimi zaman yorgun ama en çok mutlu halde giriyorum. elbet daha gencim, neyi istediğimi daha erken bilmişim ve kendimi çok daha erken tanımışım.
oyun, the other place inanılmazdı. londra'da izlediğim en etkileyici oyundu. tobias menzie bey'i sahneden görmek beni umduğumdan çok heyecanlandırdı. emma d'arcy ile beraber şov yaptılar. oyun programını aldım. keder üzerine birkaç makale var kitapçıkta. hem onları hem de antigone hakkında bir şeyler daha okuyacağım. oyunla tam ilişkisini anlamak istiyorum çünkü. hızlıca düşündüğümde aklıma elbet bir şeyler geliyor ama daha esaslı bir bağ kurmak gerekiyor. tuvalete giderken önümdeki masada iki kadınla oturan, kambur duran adamın tobias menzies olduğunu fark ettim. çok güzel elleri var, incecik biri ve çok tatlı görünüyor. dayanamayıp fotoğrafını çektim, sırtı ve kafasının arkası gözüküyor. memnun oldum tobiko bey. biraz önce tanıdığı bir adamı görüp ona sarıldı. ayrıca arkadaşlarıyla konuşurken de onlara usulca dokunan birisi. iyi biri olduğuna karar verdim. oyun kitapçığının üstüne imzasını atmasını istiyorum aslında ama çekiniyorum tabii ki. oysa sorsam n'olcak allasen? ben tüm bunları düşünürken, bi bira daha içeyim bu sefer kesin isteyeceğim derken kalktı gitti adam.
the white swan: rivertown pilsner, stella artois
bfi waterfront: beano ipa
the understudy: two tribes, gipsy hill session ipa, wanna go to the sun pale ale
dün tobias'ın gazıyla the understudy'de kaç bira daha içtim acaba? mekanın kapanmasına yarım saat kala ikisi de çok güzel, gencecik bir kadın ve adam girdi içeri. onları özenerek, hayranlıkla izledim. çocuğun kum rengi, dalgalı saçları, kadının inanılmaz hoş bir yüzü ve etli dudakları vardı. mekan kapanmaya hazırlanırken ben de son biramı bitirdim. waterloo'dan otobüse bindim, en önde oturdum, sokakları caddeleri mekanları evleri izleyerek 45 dakika sonra earlsfield'a ulaştım. sabah uyandığımda marco da tuğba da işe gitmişti. kahvaltı yaptım, bulaşık makinesini boşalttım, duş aldım. duştan sonra salonda biraz kestirmişim kitap okurken. evden çıktıktan sonra öncesinde gözüme kestirdiğim sergileri görmek için mayfair'e doğru yol aldım. 6 galeri gezdim. galerilerin ve eserlerini gördüğüm sanatçıların hepsinin ismi aklımda değil tabii ki. bakıp yeniden yazacağım, instagram'da da paylaşacağım zaten. london portraits başlıklı sergi dışında gördüğüm her şeye bayıldım. frank aucher sanırım sanatçının ismi, sevenleri varsa sorry. muhtemelen benim anlamazlığım. bir yerin / şehrin portresini yapmak beni çok heyecanlandıran ve daha önce şahit olmadığım bir kavramdı. umduğumu bir şekilde bulamadım, konuyu biraz daha araştırmak istiyorum. ne bekliyordum, şehir portresi sanat dünyasında nasıl algılanan bir kavram ve kim bu frank bey?
the ship & the shovell pub'dayım. muhtemelen borsacı, finans uzmanı, iş insanı, danışman, adından artık çok da emin olmadığım işlere sahip, insanlık dışı çalıştığına emin olduğum ama en azından iyi para kazandığına inandığım (daha ne kadar uzatabilirim) 9 takım elbiseli erkeğe oturduğum yerden bakıyorum. ben içerdeyim, cam kenarındaki yüksek taburelerin birinde. onlar dışarıda tam önümde muhabbetteler. istisnasız, hepsinin üstünde inanılmaz şık takım elbiseler var. ayakkabıları en güzel deriden, tertemiz, cilalı. yelekli, mavi gözlü, macron'a benzeyen adamın ellerinden ve gözlerinden kendimi alamıyorum. hiç olmak istemediğim, istesem de o olmayı başaramayacağım biri gibi. bu iyi bir şey değil. o olmak da iyi değil. zaten beyaz ve ingiliz, kimbilir hangi korkunç ve zor işi yapıp iyi para kazanıyor? şu an için tek bir ortak noktamız var, o da bira içiyor. bu mekan şahane bu arada, hafta içi 16:00 civarında gelip aynı yere oturursam bu takım elbiseli, çoğu güzel insana yine uzun uzun bakarım.
hadi biraz nasıl yaşlanmak istemediğini konuşalım mı ozancığım? halfway to heaven'da kendi halinde birasını içen o kel, sana göre yaşlı ve çirkin ve umutsuz gözüken adam seni görür görmez gülümseyince gerilmedin mi? kabalık etmemek için ağzının ucuyla güldün, gözlerini hemen kaçırdın. çünkü kendini bir bok zannediyorsun, onu kendine yakıştıramadın. senin gibi çok hızlı bira içiyor, biri ona baksın diye çevresini kolaçan ediyordu. sana da bakmaya çalışınca yine gözlerini kaçırdın. aklına ilk gelen şey onun gibi olmaktan korktuğun. oysa tam da onun gibisin, şimdiden bile. kötü bir barda kendi kendine içen o yalnız, kimsenin beğenmediği insan.
özendiğin, kıskandığın insanlara nasıl da hasetle baktığını hatırlat kendine.
halfway to heaven: amstel
the ship & the shovell: badger brewery tangle foot, westcoast ipa
the ship & shovell'da birileri siyah, çok sevdiğim montumu giyip ya da çalıp gitmeseydi iyiydi. o takım elbiseli beylere ağzımdan salya akarak bakarken arkada olanlar olmuş. neyse giden gitti, giden mont olsun. bu londra tatili kaçırdığım istanbul - gatwick uçağıyla, dolayısıyla iptal edilen dönüş seferiyle (gidiş dönüş bileti alıp yolculuğun ilk ayağını gerçekleştirmezseniz, dönüş biletiniz de iptal oluyormuş.) başkasına yar olan siyah montumla ve sayısını hesaplayamadığım kadar çok içtiğim bira ile ocağımı söndürdü. aman çoluk yok çocuk yok, çalışırım öderim ne yapayım. son gün uyandığımda tuğbacığım saçlarını kurutuyordu. evden 14:00 gibi çıkıp gatwick'e gideceğimi söyledim. toplantısı olduğunu, beklersem beraber 11:00 gibi çıkabileceğimizi söyledi. o işe gidecekti, ben de onların evinin dibindeki parktan yürüyerek gidilen avm'ye. uniqlo'ya bakacak, waterstones'dan birkaç kitap alacaktım. tuğba'yla çıktık, parkta yürüdük, yemek yedik. o bastı işe gitti ben miriam margolyes'in kitabını aldım, uniqlo'dan çok şey beğendim ama yeterince para harcadığımı düşünüp kendimi durdurdum. eve döndüm, valizimi kapattım. marco çalışma odasında ve toplantıdaydı. adamı rahatsız etmek istemedim, bir not yazdım ve evden çıktım. gatwick'te dönüş biletinin iptal olduğu haberini alınca şok oldum. sakince bir koltuğa oturdum, dört saat sonra heathrow'dan istanbul'a makul fiyatlı bir uçak bileti vardı. o bileti aldım, heathrow'un yolunu tuttum. uçuştan önce havalanında iki bira içtim. uçak zamanında kalktı, uçağın yarısı boştu. inside out 2 izledim, köfte yedim, şarap içtim, lohusa izlerken uyuya kalmışım. muhtemelen horladım. istanbul'a 02:45'de indim, eve 04:00 gibi vardım. eve gelir gelmez duş aldım, yattım, bir bir buçuk saat sonra kalkıp işe gittim. gidişi de dönüşü de beni zorlayan bir londra'yı ardımda bıraktım. yine kendime bıraktığım tatlı hatıralarım oldu. şehre neden bu kadar kendimi ait hissettiğimi hala çözemedim. gri bulutları niye bu kadar çok seviyordum bilemedim.
heathrow'daki bar: westcoast ipa