şehrin son yazısı için özellikle bekledim. daha önceki yazılar, şehirde geçirdiğim her günün ayrıntılarını içeriyordu. ne yediğimi de, hangi ulaşım aracını kullandığımı da, hangi mahallelerde sokaklarda gezdiğimi de aklım yettiğince, zihnin hatırladığınca, canım istediğince yazdım. bu yazıyı yazmak içinse mexico city'i özlemeyi bekledim. özlersem şehre -o binlerce adım attığım sokaklarından değil de- dışarıdan bakabilirim gibi geldi. san rafael'de, kaldığım semtte yürürken yanından geçtiğim sokak yemekçilerini, o minicik ama karman çorman ve karanlık bakkalları, günün ortasında hiç beklenmedik yerden gelen müzik seslerini, kaldığım eve varınca mutfak tezgahından bana göz kırpan mezcal şişesini unutacak değildim ama bu seriyi soruların, konuların etrafında toparladığım bir yazıyla sonlandırmak istedim. peki mexico city güzel mi?
şehirlerin güzel olmasına aldıran biri değilim. çoklarının neye güzel, neye çirkin dediğini biliyorum ve bunu umursamıyorum. dünyadaki her şehrin büyüsüne istersek kapılabileceğimizi düşünüyorum. mexico city'nin tıpkı istanbul gibi yoğun, insanın üstüne gelen, nefes aldırmayan bir şehir olduğuna emindim. aynı zamanda beni hiç ummadığım bir köşesinde büyüleyen, kalbimi çalmak için elinden geleni yapan hovarda bir şehir olduğuna da. beklediğim gibi çıktı. ben daha gri, havası pis ve dumanlı bir şehir bekliyordum doğruya doğru ama ummadığım kadar yeşil, havası güzel, mimari olarak istanbul'dan tutarlı bulduğum bir şehirle karşılaştım. bir de benim orada bulunduğum 9 gün boyunca hava inanılmaz iyiydi. gündüzleri, sıfır nem ve 28-29 derece, akşam 6-8 arası yağmur, yağmur sonrasında da 15 derece ile geçen bir gece. çok rahat ettim. geceleri sweatshirt üstü yağmurluk yetti arttı bile. şehri benim için güzel yapan şeylerden biri de havası olduğu için bu ayrıntıyı buraya yazmayı uygun gördüm. mexico city deniz kenarında değil, içinden geçen bir nehir de yok. bunlar benim kafayı taktığım konular değil. kocaman parkları, güzel evleri, daha önce hiç görmediğim ağaçları vardı.
peki mexico city tehlikeli mi?
san rafael, yani kaldığım mahalle asla tehlikeli değildi. orta sınıfın gücüne ve emniyetine inandım. tüm mahallede çoğunlukla en fazla 3-4 katlı binalar, her sokakta yemek mekanları, gece geç saate kadar açık bakkallar ve dükkanlar vardı. tatlı bir mekanda bi şeyler içtikten sonra bi terzi dükkanının önünden geçiyordum ve içeride dikiş makinaları ile işini yapan insanlar görüyordum.
polanco'nun da güvenli olduğu çoğu kaynakta yazıyordu, o manyak gibi pahalı evlerin olduğu semt. pujol'de yemek yerken tanıştığım san diegolu liz de bir kadın olarak en rahat ettiği semtin o olduğunu söyledi. haklıdır, bi şey diyemem. la condesa, roma, hipodromo da herkesin rahat ettiğini söylediği semtlerden. ghetto mahallelerine tabii ki gitmedim. kendimi tedirgin hissettiğim tek bir an oldu, onda da yorgundum, yağmur indiriyordu ve bir takım abiler bana bağırmıştı, olur o kadar. ha bir de centro historico'da, tüm rehberlerde artık o sokaktan ötesine gitmeyin dedikleri yerin ötesine bir metro istasyonuna ulaşmak için gittim ve ciddi tırstım. okuduklarımdan etkilendiğim için de olabilir bilemiyorum. metroda, toplu taşımada dikkatli olmak gerekiyor. çok çok çok ama çok kalabalık çünkü. bir de özellikle bu konuda erkek olarak konuşmak çok daha kolay. kadınların, özellikle tek başına seyahat eden kadınların ne hissettiği çok daha önemli. özetle şunu diyebilirim, ben başıma bi şey gelmemesi için elimden geleni yaptım ama toplu taşıma da kullandım, gece sokaklarda tek başıma da yürüdüm. şükür başıma bir şey gelmedi.
neleri kaçırmışım?
denemediğim birçok yemek var, düşündükçe sinirleniyorum. pozole bile yememişim mesela. oysa gitmeden önce aklımdaydı. ispanyolca konuşmadığım için birçok sokak yemeğine ve yemekçisine gitmeye çekindim. sırf mahallemde 3-4 mekan var aklımda kalan, kimbilir ne lezzetlidir yemekleri. ispanyolca bilseydim keşke. daha fazla sanat galerisi gezmek isterdim açıkçası. elimden geldiğince müze gezdim ve müzeler şahaneydi, o yüzden sanat galerilerine çok vakit ayıramadım ama bu konuda dünyada ilgi çeken bir şehir olduğunu biliyordum.
xochimilco'ya gitmediğim için üzgünüm ama çok turistik ve kalabalık gidilmesi gereken bir yerdi, tek başına cesaret edemedim ve tüm o bayağı turistik aktivitelerin içinde bulunmak istemedim. bir de gerçekten bunu yazdığıma inanamıyorum ama şehrin en önemli kilisesini ( basilica of our lady of guadalupe ) gezmeyi unuttum. istanbul'a dönünce aklıma geldi iyi mi. mexico city dev gibi bir şehir, o yüzden 9 gün gibi tek bir şehre -göreceli- uzun bir zaman verdiysem de kaçırdığım şeyler oldu.
şehrin unutulmayan anları
şehre vardığım ilk günün, mexico city pride günü olması. lubunya ev sahibimin 'koş koş koş gidiyorsun!' demesiyle duş alır almaz reforma'ya (yürüyüşün yapıldığı ve şehrin en önemli caddesi) varınca gördüğüm yüzlerce binlerce bayrak, binlerce gururlu mutlu neşeli lubunya. bir şehirden aldığım en güzel 'hoş geldin' hediyesiydi. ispanyolca atılan sloganların hiçbirine katılamasam da tatlı bir teyze gibi alkış tutarak tüm arkadaşlarıma destek verdim. son dakikada gitmeye karar verdiğim rubio konseri de şehrin benim için unutulmaz anları arasında. aylar önce mexico city'e gitmeye karar verdiğimde orada bir konser izlemek istediğimi de biliyordum ancak benim orada olduğum günlerde oranın ajda pekkan'ı sayılabilecek gloria trevi biletleri ben ay alırım almam, aldım almadım derke çoktan tükendi. birkaç kişiyi daha gözüme kestirdim, şarkılarını dinledim ve rubio'ya hasta oldum. bilet hala vardı, konser mekanı kaldığım evden metrobüsle sadece 4-5 durak uzaklıktaydı ve hayatımın en azgın seyircili konserinde ayaklarım ağrıyana dek dans ettim. 670 mililitrelik bardakların standart bira bardağı olması coşkumu ateşlemiş olabilir.
san angel, şehre vardıktan bi iki gün sonra karşıma çıkan bir conde nast youtube videosu olmasaydı, asla planlarımda olan bir yer değildi. karşıma çıkan videoda diego luna, mexico city hakkında tavsiyeler verirken, yaşadığı semti de görmemizi tavsiye ediyordu. 20li yaşlarımın başında 'y tu mama tambien' izledikten sonra en yakın arkadaşım olduğunu zannettiğim diegocuğum tavsiye ederdi de ben gitmez miydim. çok çok çok güzel bi semtti san angel, sokaklarında doya doya yürüdüm. kendime semtin şahane bi dükkanından çok güzel bir şort ve tişört aldım. şortum yucatanlı bi tasarımcının şortu, tişörtümün üstünde ise mexico city 68 olimpiyat oyunları logosu var. arnavut kaldırımlı sokakları, pastel renkli kolonyel evleriyse gözümün önünde.
son sözler
yıllar sonra okyanusları aşarak yaptığım ilk yolculuktu. mexico city küçüklüğümden beri görmek istediğim, şehirleri çok sevdiğim ve onlara çok önem verdiğim için heyecanla gittiğim bir yerdi. adımımı attığım ilk andan, ayrıldığım son ana dek keyfini çıkardım. doya doya gezdim, canım istiyorsa sadece mahallemde takıldım, kendimi hiçbir şey için zorlamadım, rahatıma baktım. beni kimse kazıklamadı, herkes; dil bariyerimiz olmasına rağmen, kocaman bir şehirde de olsa elinden geldiğince yardım etmeye çalıştı. yemekler inanılmazdı, müzeler özenli ve çok güzeldi. şehirdeki her anımı minnetle ve yüzümde bir gülümsemeyle anıyorum. umarım yolum bir kez daha düşer, yapamadıklarımı yapma fırsatım olur ya da belki keyfimin kahyası yine aynı şeyleri yapmak, yine aynı şeyleri yemek ister.
koca bebek bir şehirdin, özleniyorsun bebeğim.