yeni bir ressamla tanıştım. ismi john craxton. hiç de öyle acıklı bir hikayesi yok. varlıklı bir ailenin yetenekli bir çocuğu. genç yaşında yunanistan'a, özellikle girit'e gönlünü kaptırmış. gezmiş görmüş, yemiş içmiş, sevişmiş. meşher'de neredeyse bütün eserlerinin sergilendiği şahane bir sergisi var. istanbul'dan önce de atina'da benaki müzesi'nde sergilenmiş eserleri. renk renk, öyle akdeniz bir sergi ki gezerken içim ısındı. zor bir günün sonunda gittim gezdim, ruhum hafifledi. sonra ziba'da çaktım bir bira. bu ay ziba'ya üç kere gittim. üzüm oralardaydı.
film festivalinde iki film izledim. ilkine erimciğim götürdü beni, 'the boys in the band' 1970 orijinal versiyonunu izledik sinematek'te. bi hafta sonra da fransız kültür'de bir romanya filmi izledim: köpek gibi. filmi nasıl bulduğumu soranlara 'ya ben romanya sineması seviyorum aaabiiii' cevabını verdim adeta bir yavşak gibi. ama doğru, gerçekten seviyorum. izlediğim hiçbir romanya filminde dikkatim dağılmadı, sıkılmadım. filmlerin iyi olduğunu kanıtlayan faktörler değiller ama demek istediğim şu. bildik, tanıdık insanları, şehirleri, muhabbetleri duru ve sakin bir şekilde izlediğimde o filmin bana verebileceği en büyük şeyi verdiğini düşünüyorum. akıcı konuşmalar, mantıklı bir kurgu, gözümü hırpalamayan (gerçek dışı olmaması sebebiyle) mekanlar benim bir filmi beğenmem için yeterli. bu film de öyleydi işte.
ikinci antidepresanım bu ay üçüncü kez değişti. yeni ilaç ilk gün tam olarak tokatladı ama şu an aramız iyi. ilk gün mide bulantısından ve uyuşukluktan kafamı kaldıramadım. bazen anlatması zor bir hale bürünüyorum. dünya yanacak ve yandığına yine üzüleceğim ama içimi oyan bir şeyler olmayacak en azından diyorum. ne bileyim sahilden adalara bakacağım, kınalıada bir anda yanmaya başlayacak. ah diyeceğim, onca hayvan, onca insan, onca ağaç, onca karınca mesela. umarım güzel bir hayat yaşamış öyle ölmüşlerdir. biramdan bir yudum daha alıp, çişimi yapıp, arkamda alevlerin kızıllığına sığınıp eve dönerim ama. umarım güzel bir hayatları olmuştur herkesin derim.
bu 'kendimi daha iyi hissediyorum' demek için haklı ve geçerli bir sebep mi bilmiyorum ama umursamıyorum. daha önceki halimde hiçbir şey daha iyi değildi çünkü. doktorumla son görüşmemde anlattığım iki şeye ortak parantez açıp yaptığı yorum beni çok uyardı. hem 'oh be' dedim. hem 'ne aptalmışım.' böyle anları yaşadıkça açılacağımı, bu sayede kendimi korumayı başaracağımı hissediyorum. yol uzun.
dünyanın sonundaki ev bitti. michael cunningham'ın cümleleri aklımı başımdan aldı. kitaptaki her karakteri sahiplendim, hepsi içimde bir yerde benim demek istediğim şeyleri dedi. erim'e sanırım zeplin'de buluştuğumuzda kitap hakkında şunu dedim: 'bazen o kadar güzel bir cümle okuyorum ki, gözlerim doluyor, devam etmek istemiyorum.' o hislerle, uzun zamandır kendimde görmediğim bir iştahla okudum kitabı. karakterlerin hiçbirinin iddialı, en güzel, en güçlü, en akıllı olmaması ruhuma iyi geldi. kendine güvenen, başarılı / ne kadar güzel / ne de bilgi sahibi olduğunu paylaşan, aktaran, herkese gösteren kişilerden uzak durmak istiyorum. bu karakterler bir filmde de, bir hikayede de karşıma çıksın istemiyorum. kocaman, hayatların değiştiği bir kitapta cunningham beni böyle insanlarla tanıştırmadığı için ona minnettarım. bütün tatil planlarım hazır. mayıs / haziran / eylül ayında yapacağım bütün seyahatler kesinleşti. böyle şeyler beni mutlu ediyor. kocaman bir dünya bizim ve o kocaman dünyada yapacağımız onca şey var. yapabildiğimiz kadarını yapalım. bir iki otel dışında tüm ödemeleri de yaptım sanırım. yarın öbürgün işsiz kalırsam yine de bu seyahatleri gerçekleştirebilirim. biraz taş yer taş sıçarım ama olsun. bu ay iş çok yoğundu, hele son hafta canıma okundu. olur böyle durumlar, tadımız kaçmasın. iş arkadaşlarımı seviyorum. bu işe başladığım ilk günden beri asla işi düşünüp canımı sıktığım gün olmadı. her şeyin bir çözümü var.
bu ay nazanlar buradaydı, azam palas'a bol bol düştü yolum. sibo ile aylar sonra güzel sarhoş olduk. gökçekuş istanbul'da, onunla da sonunda zeplin'de içtik. alperlerde çok güzel bir gece geçirdik, çınar çok tatlı bir bebe. sahile fırsat bulduğunca gittim, zeplin'de içtim, kilo aldım (çünkü içiyor ve fütursuzca yiyorum), almayı istediğim şeyleri almadım. şortlar şapkalar ayakkabılar başka zamana. şu an yeldeğirmeni'nde, sibo'nun evindeyim, yarın melda'yı cem'i ve uraz'ı göreceğim. heybeli'ye gideceğiz. bence şahane bir gün olacak.
şu an everything but the girl'ün son albümünü dinliyorum. öyle güzel bir albüm yapmışlar ki, insan hem şaşırıyor hem o tanıdık güvenme hissinin tadını çıkarıyor dinlerken. o yüzden her 'ay' yazısının sonuna bir şarkı ekliyorum ya, o şarkı bu albümden olacak. geçen koray yazmış 'tracey’ciğimin (tracey thorn) sesi nasıl yaşlanmış canım benim ama hala dünyanın en güzel sesi' diye. ben dinlerken hiç fark etmedim sesinin yaşlandığını, sonra eski kayıtları dinleyince anladım. kendinden zamanla değişen sesleri, yüzleri görmek iyi geliyor.
yılın üçte biri bitti.
kalan üçte ikisi daha da hızlı bitecek.