Yazı yayınlanma tarihi: Temmuz 2016 (www.themahmut.com)
Yine esmişler, ucuz bir bilet bulmuşum, Napoli'ye gidiyorum bu sefer. Eindhoven'da yaşayan iki Romalı arkadaşım "aman da çok dikkatli ol, ay kıçına başına sahip çık, of neden gidiyorsun Napoli'ye?" deyip durmadan darlıyor beni. Ocak ayındayız, Hollanda'da havalar -haliyle- bilekleri kesmek için elverişli; yağmursa yağmur, soğuksa soğuk, adam döven rüzgarlar yaldır yaldır esiyor, gri bulutlar ağzıma girecek. Biraz da depresif bir dönem üzerinize afiyet, işten güçten bunalmışım, yorulmuşum, kalp ağrısı da var; böcek gibi, karanlık karanlık, duvar diplerinden yürüye yürüye yaşıyorum.
Piazza Dante'ye yüzünü dönmüş, çok eski bir binanın dördüncü katında bulunan, üç odadan oluşan bir B&B'de kalacağım. Metro istasyonundan çıkınca şak diye buluyorum kalacağım yeri. Dev bir kapısı var, ama gerçekten dev gibi. Girer girmez sağda kıytırık bir güvenlik kulübesi olan bir avludan geçip merdivenlere ulaşıyorum. Asansör, bu böyle hani kapısını ellerinizle iki taraftan sürüp de kapayabildiklerinizden, bir de 50 cent atmak zorundayım çalışması için, atıyorum tabi. Tembelimdir. Zemini tamamen mermer, en az üç metre yüksekliğinde, çok az mobilyanın olduğu, kendi kendime konuştuğumda yankı yapan bir odam var; nasıl ferah, nasıl iyi geliyor bana buz gibi mermere yalın ayak basmak. Panjuru ve balkon kapısını açtığımda Piazza Dante de karşımda; zırıl zırıl arabalar geçiyor, insanlar bir aceleyle yürüyor, bakımsız olmasına rağmen güzelliğiyle büyüleyen Napoli binaları tam karşımda süzülüyor. Napoli'ye ısınmam iki dakika falan sürüyor, hep orada yaşamışım gibi bir kabullenme, bir hafif içim burkularak şehri sevme durumları mevcut; bakımsız, kirli, çekingen bir şehir. İtalyan şehirlerinde hiç sevmediğim "BANA BAK NE KADAR DA GÜZELİM" halleri onda mevcut değil. Orada da yağmur yağıyor ilk iki gün, ara sıra güneşin parlamasına izin veriyor ama. Yürüye yürüye, kaldığım yerin yakınında, içeride sigara içilen minicik bir mekanda markasını bile merak etmediğim kadeh kadeh viskiler içip insanlarla tanışıyor, muhabbet ediyor, kendimi onarıyorum. Sabahları, üç odalık işletmesinde kalan tek insan olduğum için mi yoksa gönlü mü çok hoş bilmiyorum ama Carmen ile kahve içiyoruz uzun uzun konuşarak. Carmen 9 yıldır orada çalışıyormuş, aslen Sicilyalı imiş. "İtalyan Carmen olmaz ulan" desem de içimden, hiç sorgulamıyorum. Son gün Napoli'nin karşısında bulunan meşhur ada Capri'ye gitmek gibi bir düşüncem var, belki de Ischia; Capri kadar meşhur olmasa da o da güzel gözüküyor. Carmen'e sorayım diyorum, onun fikrini alayım, o nereye derse oraya gideyim, o kadar kahve içtik beraber, tatlı tatlı muhabbet ettik ne de olsa.
"Üç sabahtır konuşuyoruz, ben seni çözdüm, sen Procida'yı seversin." diyor.
Procida'yı haritada görmemişim bile, hiç ilgimi çekmemiş. Napoli'nin karşısında bulunan üç adadan en küçüğü, en az bilineni olduğunu söylüyor Carmen bana. Yaz aylarında Capri ve Ischia deliler gibi turist akınına uğrayıp, bambaşka (güzel anlamda) adalara dönüşürken Procida yazın da kışın da kendi halinde, kendi insanlarıyla dolu olurmuş. Carmen'e güveniyor ve kendimi beni Procida'ya götüren deniz otobüsü kılıklı sevimsiz, kapalı deniz aracının içinde buluyorum. Binbir gürültüyle, deniz üstünde hoplaya hoplaya ulaşıyoruz adaya. İner inmez dönüşte aynı sevimsiz şeyle değil de, yolculuk daha uzun bile sürecek olsa, daha büyük, açık alanı olan feribot benzeri bi aracın olup olmadığını soruyorum gişedeki çalışana. Varmış. İçimdeki Alman'ın sesine kulak veriyor ve o an alıyorum dönüş biletini. Kavruk İtalyan amca zaten hafta içi olduğunu, feribotta yer olacağını, şu an almamın gereksiz olduğunu hafif sinirli bir şekilde anlatsa da Ulrike bakışlarımı atıyor ve o bileti çantaya atıyorum.
Ada sokaklarına adımımı attığım gibi masmavi bir gökyüzü ve pırıl pırıl bir kış güneşi karşılıyor beni. Üstümde incecik bir kazak ve montum var, montumu çıkarıyorum nası bir hevesle. İki arada bir derede yanımdan geçen mobiletler dışında ses yok, balkonlardan çamaşırlar sarkıyor, teyzeler amcalar yavaş yavaş yürüyor..."Aslansın Carmen!" diyorum içimden, gerçekten çözmüş beni. Normalde at koşturur gibi yürürüm ama Procida'da yavaşlıyor adımlarım, adanın ritmi öyle sakin ki... Napoli'de zaten oldukça hafiflemiş olan ruhum Procida'da artık göklere uçuyor. Kıvrım kıvrım, daracık sokakları aşıyor, gelene geçene bakıyor, meyve ve sebzelerini ıslatan manava -o bana hiç yüz vermese de- gülümsüyor ve iki üç saat nerede olduğumu kontrol etmeye bile gerek duymadan yürüyorum. Bazen, nerde olduğumuzu bilmesek de güzel bir noktaya doğru gittiğimizden emin oluruz ya hani, işte bana aynısı oluyor. Salita Castello sokağını yokuş yukarı çıkarken, bir süre sonra sağımda, o Akdeniz renklerindeki muhteşem ada evlerini, merdiven sokakları, kıyıda duran küçük sandalları görüyorum. Bu harikulade manzaranın tadını çıkarmak isteyenler olur deyip bir de banklar koymuşlar tepeye, oturuyorum o bankların birine, bir süre sadece bakıyorum. Uzun uzun bakıyorum.
Tepeden aşağı süzülüp deniz kenarında indiğimde üç beş mekan görüyorum yanyana. Birinde dört kişilik bir aile yemek yiyor huzurla, oraya oturuyorum ben de. 70 yaşlarında, beyaz kıvırcık saçlı, göbekli bir amca kağıt bir bez örtüyor usulca masanın üstüne. Güneşe dönüyorum yüzümü, sandalların kimisinde balıkçılar var, kimisi kendi kendine nazlı nazlı salınıyor, yanımdan dünya güzeli bir köpecik geçiyor. Yarım litre ev şarabı söylüyorum kendime, bir de midyeli spagetti. Başımı yukarı kaldırdığımda eski evlerin balkonlarını görüyorum. İki yan binanın ikinci katının penceresinden bir yaşlı çift tatlı tatlı denize bakarak muhabbet ediyor. Şaraptan ilk yudumu aldığımda ne kadar da şanslı olduğumu hatırlatıyorum kendime, sanki dünyanın en güzel şarabını içiyormuşum gibi geliyor. Bir süre sonra spagetti geliyor masama, en güzel sarı renginde, hiç acele etmeden yiyorum onu da.
Hesabı ödemek için içeri girdiğimde, Il Postino filminin afişlerini görüyorum, meğer filmin birkaç sahnesi bu lokantada çekilmiş. Yıllar önce daha 20 yaşlarımdayken, İstanbul Film Festivali zamanı izlemiştim, gülümseyerek hatırlıyorum. Kafam hafif sersem mekandan çıktığımda görüyorum ancak ismini: La Locanda Del Postino. Postacının Lokantası. Daha önce yürümediğim bir yol seçip kendime, acele etmeden limana doğru gidiyorum, ısrarla ulaşır ulaşmaz biletini aldığım feribota ulaşmak için. Feribot limana usul usul yanaşıyor, eski, kocaman bir arkadaşımız. İçeride cafe var, bir küçük şişe şarap alıyorum, en üstte bulunan açık alana atıyorum kendimi. Procida'dan uzaklaşırken bir sigara yakıyorum, şarabı plastik bardağa döküyorum. Hoşçakal Procida, görüşmek üzere Postacının Lokantası...
Carmen'e çiçek alıyorum dönerken, ömrüme ömür kattığı için.