Yazı yayınlanma tarihi: Ocak 2019 (www.themahmut.com)
Alexandras Caddesi, Atina’nın en önemli, en işlek caddelerinden biri. Turist olarak geldiyseniz bilmemeniz olası ancak bu şehrin yerlisi, yaşayanı iseniz yolunuz Alexandras’a mutlaka düşer. Onlarca hukuk bürosu, iş yeri, küçüklü büyüklü mağazalar, Panathinaikos futbol takımının stadyumu, Atina’nın en büyük ve en yeni adliyelerinden biri burada bulunur. Onlarca cafe ve yemek mekanını da unutmayalım. Ambelokipi ise Alexandras Caddesi’nin üzerinde bulunan pek işlek bir metro istasyonudur. Ambelokipi istasyonundan çıktıktan bir süre sonra caddenin tam üstünde, kehribar renginde, duvarları yıpranmış, boyası dökülen, küçük balkonlu apartmanlar dikkatinizi çeker. Çoğunun balkonunda asılmış rengarenk çamaşırlar ya da evin içine sığmamış, mecburen balkona konulmuş onlarca eşya görürsünüz üst üste yığılmış halde. Eğer 4 yaşında bir çocuk değilseniz (ki sanırım onlar da anlıyordur) burada, ortalama ya da üstü gelire sahip, dışarıdan mutlu gözüken, sabahları neşeyle kahvaltı yapan, o filmlerde gördüğümüz ailelerin / çiftlerin / insanların yaşamadığını hemen anlarsınız.
1930 senesinde Küçük Asya’dan, yani şu an Türkiye topraklarında bulunan şehirlerden ve kasabalardan, mübadele gereği göç etmek zorunda kalmış insanlar için yapılmış evler aslında bunlar. 8 blok apartman, her biri sadece 15 metrekare olan toplam 228 tane daire. O zamanlar kaç kişiye ev sahipliği yaptı, yıllarca yaşadıkları meyve ağaçlarıyla dolu bahçeli evlerini bırakan insanlar 15 metrekare büyüklüğünde ve o zamanlar Atina’nın dışı sayılan bu bomboş semtte mutlu oldular mı tartışılır ama yeni kurulmuş Yunanistan, yeni yurttaşları için en azından bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Aslına bakarsanız iki dünya savaşı arasındaki o zor dönemde, refah seviyesi çok da iyi olmayan bir ülke için Bauhaus stilinde inşa edilmiş bu binalar, zamanın ötesinde olarak nitelendiriliyordu.
Sonrasında; İkinci Dünya Savaşı, Yunan İç Savaşı, 60’lara geldiğimizde ülkenin başına musallat olan cunta yönetimi Yunanistan’a genel anlamda pek mutluluk ve ferahlık getirmedi. Ekonomik ve sosyal açıdan oldukça zor günler geçiren Yunan halkı her toparlanmaya çalıştığında başka bir şey geliyordu başına. 50’lerde dünyanın daha gelişmiş ülkelerine büyük göçler yaşandı; Kanada’ya, Avustralya’ya, ABD’ye, Almanya’ya göç etti onbinlerce Yunan vatandaşı. O zamanlarda haliyle kimse bu evlerin ne halde olduğuna, yıpranıp yıpranmadığına, iyi bakılıp bakılmadığına dikkat etmedi, bu evlerle ilgilenmedi. Kendi evleriyle ya da başka evlerle ilgilenmedikleri gibi.
74 senesinde cunta devrinin kapanmasıyla Yunanistan bugünkü statüsüne kavuştu ve demokratik yönetime geçiş yaptı. Karamanlis başbakan oldu, ülke yavaş yavaş toparlanmaya başladı. Yeni Demokrasi Partisi ve sonrasında PASOK’un Yunanistan politika sahnesinde başrol oynadığı zamanlar. 1980 senesinde NATO, 1981 senesinde Avrupa Birliği üyesi olan Yunanistan’da artık daha tutarlı bir hayat gözleniyordu. 90’lara geldiğimizde Avrupa Birliği’nin de fonları ve katkılarıyla Yunanistan altın dönemini yaşamaya başladı. Neredeyse herkesin parası, ortalama bir ailenin bile en az iki arabası vardı, turizm açısından zaten dünyanın en şanslı ülkelerinden biriydi, güzel günler yaşanıyordu.
Prosfygika (tam olarak mültecilerin anlamına geliyor) evleri o dönemde de ihmal edildi. Çoğunluk kendi refahının mutluluğunu yaşıyor, durmadan gelişen, zenginleşen ve dışarıya açılan bir ülkenin vatandaşı olmanın keyfini çıkarıyordu. Atina’daki, mülteciler için yapılmış diğer evlerde, komplekslerde de durum aynıydı. Zamanı o binalarda, o apartman dairelerinde durdurmuşlardı ama şehirde onun dışındaki her şey gelişiyor, yenileniyor, yıkılıyor, tekrar yapılıyordu.
2000’lere geldiğimizde altın dönemin en parladığı yıllar başlamıştı. Avrupa Birliği’nden gelen paralarla ülke / şehirler en hareketli, en civcivli zamanını yaşıyordu artık. İyi haberlerden bir tanesi de Atina’nın 2004 Olimpiyat Oyunları’na ev sahipliği yapacak olmasıydı. 2000’lerin başında hummalı çalışmalar başladı, yeni bir havaalanı inşa edilecekti, havaalanını şehre bağlayan Attiki Odos, yani yeni bir otoban / yol yapılacaktı, metro genişletiliyordu, Olimpiyat köyü için şehrin kuzeyindeki semt Marousi seçilmişti, o bölgeye yeni alışveriş merkezleri, yeni parklar yapıldı. Tüm bunlar olurken Yunan devleti 2001 senesinde bu evlerin hepsini satın almak istedi. Amaç, bu pespaye ve eskimiş, yıpranmış evleri ortadan kaldırmaktı. Olimpiyat köyüne giden ana caddelerin birinin tam da dibinde bu rezilliği kimse görmemeliydi çünkü. Ev sahiplerinden bazıları evlerini satmaya razı olmayınca proje rafa kalktı. 2004 Olimpiyatları başladığında ise bu evlerin önüne, hepsini kapatacak genişlikte ve uzunlukta paneller çekildi. 2016 senesinde aynı Rio’da favelaları insanlar görmesin diye otoban kenarına yerleştirilen devasa paneller gibi. 1930 senesinde her şeyi ardında bırakıp yeni bir şehre gelmiş insanlar için umut ve mutluluk barındırması dilenen evler artık -bazılarını- utandırıyordu.
Yorgos Karahalis’in 2014 senesinde Reuters için yazdığı makalede gül kurusu kazağı ile dikiş makinesinin önünde oturmuş ve gülümsemeye çalışan Chrysoula Charizanou’nun hikayesinden haberdar oluyoruz. Makalenin linkini* aşağı bırakıyorum, okumak isteyenler için. Chrysoula Charizanou hayatı boyunca bu apartman dairelerinin birinde yaşamış, üç çocuğunu burada büyütmüş. Onun gibi onlarca insan da aynı şeyi yapmış. 15 metrekarelik dairelerde hayat akıp gitmiş olabildiğince. Evlerin ilk sahipleri yavaş yavaş bu dünyadan göçünce, çoğunun çocukları ve torunları ilgilenmemiş evlerle. Büyük ihtimalle, bir önceki paragrafta bahsettiğim bolluk bereket döneminde daha güzel, daha büyük evlerinde yaşarlarken, göreceli olarak iyi işlere sahipken akıllarına gelmemiş bu evlere sahip çıkmak, umursamamışlar bile.
2008 ve sonrası
2008 senesinde geldiğimizde ise işler dramatik bir hale bürünüyor. Hepimizin hatırladığı ekonomik kriz tüm dünya ülkelerini etkiliyor, krizden çok daha sert bir şekilde etkilenen ülkelerin başında ise Yunanistan geliyor. 2011 senesinde Suriye İç Savaşı başlıyor ve milyonlarca insan yerinden yurdundan ediliyor. Türkiye üzerinden, bir AB ülkesi olan Yunanistan'a canları pahasına ulaşmayı başarmış binlerce çocuk, kadın, erkek kendilerini daha önce -belki de- görmedikleri bu başka ülkede buluyor. Prosfygika'nın boş daireleri zamanın getirdiği acımasız olaylarla baş etmeye çalışan onlarca insanın yuvası oluyor bu sefer. Tarih tekerrür ediyor yine. Bugün bu dairelerde sadece Suriye'den gelen mülteciler yaşamıyor, bunu özellikle söylemek istiyorum. Göç, mülteci, yerinden yurdundan edilme kavramları bizim Suriye İç Savaşı ile daha çok aşina olduğumuz konular olsa da her zaman vardı. Bu dairelerde zamanında Afganistan'dan gelip Yunanistan'da bir hayat kurmaya çalışan insanlar da, siyasi sığınmacı olarak gelip ülkede kalanlar da, ekonomik kriz sebebiyle evsiz kalmış -Yunan vatandaşları- da yaşıyor. Ve, az da olsa Chrysoula Charizanou gibi yıllardır bu evlerde hayatını sürdürenler de...
Bu fotoğrafları çekmek için oraya gittiğimde öyle derin bir dehşet hissi ile sarsılmadım. Zaten Türkiye'de doğmuş büyümüş biriyim, yakın tarihin bütün sancılı dönemlerini okumaya öğrenmeye sindirmeye çalışmış, ucundan da yaşamış biriyim. 11 senedir Türkiye'de yaşamasam da gözlerim kapalı değil, kafam da şimdilik hala çalışıyor. Yunanistan'a krizin tam göbeğinde taşınmış biriyim bir de, buradaki hayatın da zaman zaman ne kadar zor olduğunu kendim bizzat deneyimledim. Çözümü -neredeyse- asla olmayacak bir ekonomik krizin etkilerinin hala yaşandığı, toplumun yüzde 35'inin yoksulluk sınırında olduğu bir ülke burası. Ama Yunanistan'da insan tüm kötü koşullara rağmen, yine arada bir gökyüzüne bakar ve bir nefes alır, yine de güzel şeyler olur. İnsanlar da bunu hissettirir size; ne olursa olsun neşelerinden, arkadaşlık ilişkilerinden, gülümsemelerinden bir şey kaybetmemeye çalışır. Burada durmanızın, yaşamaya inat etmenizin, ısrar etmenizin sebebi budur. Yorucu bir şey olduğunu biliyorum ama durum böyle.
Bu sokaklarda gezerken, çamurlu sokaklarda aman da botum kirlenmesin diye ayaklarımın ucunda yürürken, artık demirleri sökülmüş balkonlara, kapısı olmayan apartman girişlerine bakarken; bu 8 apartmanın, bu dairelerin, sokakların ne kadar ihmal edildiğini, nasıl da kaderine, ısrarla, onlarca senedir terk edildiğini görmek içimi dondurdu. Bir arkadaşınızın yemeğine gittiğinizde, bazen hani herkesin birbiriyle konuştuğunu görürsünüz, ikişer üçer grup olmuş insanlar hararetle birbirlerine bir şey anlatır, gözlerinin içine bakar, kahkaha atar, birileri kalkar banyoya gider gelir, siz de tabağınızdaki yemeği çatalınızla didiklersiniz ya. Burası da o çatalla yemeği didikleyen hepimiz işte.
Dibinde şehrin en işlek caddelerinden biri var, insanlar hızlı hızlı yürüyor, metro istasyonundan çıkıp taksiye atlıyor, çevreleyen sokakların birinde çok tatlı bir mekanda insanlar gülerek bir şeyler yiyor içiyor, tam karşısındaki stadyuma her hafta -muhtemelen- binlerce futbol sever coşkuyla geliyor, 5 adım uzaklığındaki pek modern adliye binasından çıkan avukatlar, müvekkiller -buranın- çamurlu sokaklarına park ettikleri arabalarına binip gidiyor. Her şey hareket halinde, her şey ilerliyor. Yaşamaya inat edenler, ısrar edenler buranın hep çevresinde ama asla içinde değil.
Yakın tarih için inanılmaz değerli bu sokaklar, bu evler onlarca yıllık kaderlerini hala yaşayadursun, burada yüzünüzü tek güldüren şey birbirinden tatlı kediler oluyor. Evlerin önünden bir hızla çıkıp yanınıza gelen, size dik dik bakan, kendini sevdiren, insana alışık kediler. Teselliyi illa bir şeyde bulmak istiyoruz ya, imdadımıza yine kediler yetişiyor.