Herkesin 20’lerinde aslında bu kadar sık bulunmaması gereken ve gerekenden çok daha fazla zaman harcadığı yerler vardır, benim için de o köşkün önü, o taşın üstü öyle bi yerdi. O kadar da sık orada olmama gerek yoktu bence, orada olmadığım için kimse beni özlemiyor, özellikle aramıyordu. Vay koca kafalı Ozan efendi neredeler. Ben ısrarla, sıklıkla; bazen kendi kendime, bazen yanımda sevdiceğim birileriyle oradaydım. O gece, tam karşıda, Kınalı’nın ışıkları bi yanıp bi söner gibi görünürken, Merve’ye kendimce çok önemli, çok derin, çok manalı ama özünde, biri bana şimdi söylese göz devireceğim şeyler söylüyordum. Merve o kadar tatlı, o kadar iyi biri - o zaman da öyleydi - içinden söveceğine güzel güzel dinledi beni.
‘Buradan, bu şehirden gittiğimde tek özleyeceğim şey bu olacak. Bu sahilde, bu denizin kenarında, bu taşın, bu çimin üstünde, şu karşımdaki adaların ışıklarına bakmayı özleyeceğim.’
Ay laflar laflar, ne güzel laflar. Senin şehrine de, o bahsettiğin adaya da, sahiline de, o oturduğun çime, o ışıklara da başlarım koca kafa. Onlar senin değil herkesin(di), sen o zaman bunu anlamamazlıktan geliyor, hayatında -kendince büyük bir- değişiklik yapacak her insan gibi kendini dünyanın en önemlisi zannediyordun. İstanbul’dan gitmeye hazırlandığım zamanlardı, 2006 civarı olması lazım. Artık bitmez denilen bölümümü son bi toparlanarak bitiriyordum, dersleri yavaş yavaş yakamdan silkiyor, Avrupa’da master başvuruları yapıyorum. O ülke olmasa bu ülke, şu üniversite olmazsa diğeri olacağı kesinleşmiş gibi. O büyük laflar, o ada ışıklarına bakıp ses titreterek konuşmalar o yüzden. Gitmeyecek olsam o sesi o kadar titretmez, o cümleye o kadar yakamoz eklemezdim şimdi doğruya doğru.
Bu konuşmanın üstünden yaklaşık bir, hadi bir buçuk sene sonrasında ben İsveç’teydim artık. Hayatımda gördüğüm en küçük şehirde yaşıyordum, şehirden büyük o güzeller güzeli nehrin kenarında sonbaharın nazlı güneşi son ışıklarını saçarken, nehir kenarında şehrin yerlilerinin kullanması için yapılmış o tahta platformda yatıp etrafa bakınıyordum. Kocaman ağaçlar vardı, bi şehirde, özellikle İstanbul gibi bi şehirde, aynı büyüklükte olsa bile şehrin görkeminden kendini belli edemeyen ağaçlar vardı. Orada lafını sözünü esirgemeyen, attığı adımdan korkulan, beyaz saçları gür, aksi bir kadın gibi gözüküyorlardı. Merve’ye büyük büyük ettiğim lafın geçerliliğini ilk o zaman sorguladım, o anda. O sahili, o köşkü, o taşı, o kokuyu ve ışıkları aklımdan geçirip özleyip özlemediğimi sordum kendime. Asla özlemiyordum. Orada, o kilometrelerce uzakta, başka ülkede, farklı insanlarla konuşmaya anlaşmaya kaynaşmaya sevişmeye çalıştığım yerde çok mutlu ve çok heyecanlıydım. Bisikletle gidilecek orman yolları, içilecek yeni biralar, gökle denizin birleştiği başka noktalar, yaprağını üzerime okşar gibi dökecek başka dev ağaçlar vardı. Çok hevesli, çok meraklı, çok heyecanlıydım. Birine aşık olmak gibiydi. Aşık olmuştum ve aşık olmamdan önce gördüğüm, sevdiğim her şey yerin dibine girmiş, tozu kalmamıştı.
İsveç bitti, Hollanda başladı, Hollanda’ya ara verdim, piyangodan Yunanistan çıktı. Ben bi yerden bi yere akarken, kafam neyi istediğini bilmezken şehirlerim çoğaldı, başka semtlerin duvarlarına yaslandı kaldı aklım, kocaman bitkilerin olduğu teraslarda havanın nemi üstümdeydi, tentelerin gürültüsü de kulaklarımda. Kimilerine aşık oldum, kimilerini üzdüm, kimileri beni hiç ummadığım kadar mutlu etti. Yakınlarım, çevrem, yaşıtlarım bir yöne, bir kimliğe, bir hayata kendilerini adamak için dev adımlar atarken ben onları biraz imrenerek, çoğu zaman küçümsemeye çalışarak (çünkü bunu yaptığımda kendimi iyi hissediyordum) , arada ne yapacağımı bilmeyerek izledim. Karşımda bir ordu vardı; aynı şeyleri yapan, aynı şakalara gülen, aynı bakan, aynı cümleleri kuran, aynı hayata kendini adayan. Ben o orduyla savaşmayı düşünmedim bile, küçük bi kılıcım vardı, götüme bakarak onlardan kaçtım, uzaklaştım.
Yıllar yıllar sonrası artık demek istediğim, anlatmaya çalıştığım şu andan, şimdiden bahsediyorum. Hollanda’da yaşarken 5-6 ayda bir, Yunanistan’da yaşarken 3-4 ayda bir geldiğim İstanbul’da -bu sefer- hiç ummadığmım kadar uzun kaldığım bir dönemin içindeyim. Dünya her yerinden yokuş aşağı akarken, aylardır şaşkın gözlerle baktığım yetmiyormuş gibi bir de duruyorum. Hem duruyor hem bakıyorum. Dünyada da hayatımda da hiçbi şey olmuyor. Güzel olan şu; benim, sevdiklerimin, ailemin, arkadaşlarımın hayatından olumsuz bir haber yok. Dünya yanarken, çok uzaktan alevlerin ışıltısı, o güzel evlerinin camlarına çarpan insanlar gibiyiz. Ah diyoruz ne fena. Ne fena bir dünya. Ne fena bir hayat. Ne fena. Biz bunun için mi yaşadık, bunun için mi bu kadar uğraş verdik. Ne fena. Dünyanın sonu geliyor.
Dünyanın sonunun gelip gelmediğini bilmiyorum, emin değilim, gelecekmiş gibi gelmiyor bana. Ben yaşarken gelmez yani o son, o bi şey borusu ötecekti ya, onun sesini ben duymam sanırım. Benim şehirlerle, hayatımla ilgili bi derdim var sadece onu biliyorum. Nerede olmam gerektiğini, neden bir yerde olamadığımı, nereyi istediğimi sorguluyorum. Şimdi burada mutluyum, orada olmama gerek yok ama orada da mutluyum, buraya gelmeme asla gerek yoktu. İşin içine bilindik gökler, martı sesleri, kaldırım taşları; bilinmeyen insanların hikayeleri, gülüşleri, elleri, bakışları giriyor. Kafam karışıyor.
Geldiğimden beri neredeyse her gün sahilde yürüdüm. Emin Ali Paşa’da ağaçların gölgesinde nöbeti bitirip bazen Suadiye’den indim aşağı, bazen İskele Sokak’tan, bazen ilerledim Cadde’de olabildiğince, Selamiçeşme’den kıvrıldım. Çiftehavuzlar, Feneryolu, Dalyan, Fenerbahçe, Kalamış hepsi benim, her zaman benimdi. O çimlere bastım, orada bi anım hep vardı, o kediyi de zaten gördüm. Karşılı olmakla ilgili hiçbir zaman derdim olmadı, zaten -aslen- İstanbullu biri değildim, değilim. Bostancı’da yaşayıp, semtimle Moda arasını mabedim bilmekten utandığım bi dönemi hatırlamıyorum. Biz de buraların ibişiyiz. O biraz bahçesi, otoparkı olduğu için sevdiğimiz apartmanlarda oturuyoruz. O çimler bizim. Her gün her gün kilometrelerce yürümek çok hoşuma gidiyor burada. Pandemi patladıktan sonra Eindhoven’da beynimi akıtmış, mahalle mahalle yürümüştüm kilometrelerce, pandemi döneminde bi cesaret İstanbul’a geldikten sonra da burada aynısını, kendi mekanlarımda yapıyor olmak beni kendi döngüme ulaştırıyor, o döngünün ortasına beni hiç sarsmadan bırakıyor.
Bostancı - Moda arası o maviliğin yanında hep ben varım. Kınalı’nın ışıklarına hayranlıkla bakıyorum, biraz yaşlanmışım, orada evim olsa diyorum içimden. Merdivenlerinde dinlediğim şarkı, gülümseyen güzel gözler aklımda. Gönlüm aslında daha çok Burgaz’dan yana. Bir şehirde durmak, karmaşasına mesafe almak, kendi izimi bulmak, kendi izimi bırakmak hayallerimi süslüyor. Hala hayal kurabiliyorum. Merve’ye dediğim şeylerin çok da yanlış olmadığını kendime hatırlatıyorum. O zaman gevgev öterken kendimi görsem şimdi tokatlarım ama o aynı ben, yıllar sonra aynı şeyi demek istiyor. Bu sefer biraz daha sessiz, biraz daha kendini biliyor, biraz daha iddiasız.
Bu şehirden hiç gitmediğimi anlıyorum. O sahilde, o deniz kenarında yine olduğumu, yaşadığım sürece olacağımı. O taşın, o çimin bir önemi olmadığını hatırlatıyorum kendime. Adaların ışıklarını özlemek çok da işime gelmiyor. Hiçbir şeyi özlemek işime gelmiyor zaten, tüm sevdiğim hayatı bir kutunun içine koyup, o kutuyu elimde taşıya taşıya tatlı bir ırmağın kenarına oturup, ayağımı o suya sokup, bir aptal gibi gülümsemek istiyorum.