top of page

mexico city (5) - san angel




diego luna olmasa san angel'e gider miydim; bence hayır. mexico city yeterince büyük bir şehir ve görecek çok semt (çok müze / çok anıt / çok ağaç / çok meydan...) var. okuduğum, ilgilendiğim hiçbir yazıda, izlediğim hiçbir videoda karşıma çıkmadı san angel. ama oradayken, youtube algoritması sağ olsun, diego luna'nun mexico city tavsiyelerine denk geldim bir akşam. yıllar önce "y tu mamá también" ile tanıştığım kekeş diego yaşadığı semti, san angel'i öneriyordu izleyenlere. gidin görün çok tatlı bir yer dedi resmen. hızlıca bir baktım. bence adam haklıydı. san angel'i daha fazla kurcalamadan aldım listeye. yani izlediğim akşamın saatler sonrasına.


san angel bu şekil bir yer. merhaba diego!

o gün uyandıktan sonra yine acele etmedim hiçbir şey için. obur eşeğin teki olduğum için günün ilk öğününde ne yiyeceğimi biliyordum sadece. meksika'da torta denilen o dev sandviçi gömecektim. içinde ne olacaktı, nereden alıp da yiyecektim bilmiyorum ama günün ilk öğünü torta olacaktı. evden çıkıp reforma'ya doğru yürüdüğümde parkın bitiminde o etine dolgun beyefendinin seyyar mekanını aklımın bir yerinde tutmuştum, oraya gittim. torta içinde her şey olabilen bir sandviç. bana bir sersemlik musallat oldu o gün, gittim içinde hem chorizo hem bir çeşit 'ham' olan bir torta sipariş ettim. adam ingilizce bilmiyor, ispanyolca bir şeyler dedi, hepsine kafa salladım. elime 6 kiloluk dev bir ekmek verdi, parasını aldı. ben parkta çok ortalık olmayan bir yerde delirerek, elimdeki mükemmel sandviçi yedim. ama yani elimden yağlar aktı falan öyle bir rezalet. içinde soğanlar kişnişler biberler. çantasında sürekli ıslak mendille gezen biri olduğum için, sandviçi bitirdikten sonra utanarak elimi ağzımı sildim. yere falan dökmüşüm. ayı adam! sandviçin fotoğrafını koymuyorum. çünkü ayıp. san angel'e metrobüsle gitttim. metrobüs mexico city'de de dertlere derman bir ulaşım aracı. daha önce de kullandım ve çok memnun kaldım. şakır şakır, istanbul'daki aynı mantıkla hızlıca sizi istediğiniz yere götürüyor. cehennem sıcağını yaşatan ve kalabalık yüzünden ağlatan metro ile karşılaştırıldığında adeta bir cennet bahçesi. san angel'e vardığım gibi diegocuğumun neden bu semti ısrarla önerdiğini anladım. bir zamanlar şehrin uzak bir köyü iken, şimdi neoklasik, barok, ve kolonyal mimari örnekleri ile insanın iştahını açan bir semt burası. arnavut kaldırımlı sokaklarında birbirinden güzel evlere bakarken, görkemli ağaçlar sizi gölgesiyle sarıyor. ortalık birbirinden -muhtelemen- pahalı mekanlarla dolu. ben semtte iki saate yakın yürüdüm ve gördüğüm ne kadar insan varsa hepsinin, o görkemli evlerde çalışan insanlar olduğuna eminim. ev sahipleri muhtemelen semtteki restoranlar ya da mekanlar dışında ortalıkta dolanmıyor zaten. o güzelim evlerin üç oda bir salon büyüklüğünde dev kapıları var. ama garip bir şekilde görgüsüz bir zenginliğe şahit olmadım. ya da diego luna orada yaşıyor diye konduramadım bilmiyorum. iyi zenginler yaşıyormuş gibi geldi. (ask google: what is iyi zengin) --- küçük bir ara ------------ san angel'de gezerken, üçüncü gün büyülendiğim soumaya müzesi'nin aslında ilk ve daha küçük versiyonunun burada olduğunu bilmiyordum. öğrenince bir uğramak istedim. yukarıda bahsettiğim o arnavut kaldırımlı sokaklardan ve o görkemli evlerden biraz uzaklaşıp ülke / şehir ortalaması mahallelere adım attım. biraz ürktüm ama bunun boşuna bir his olduğunu anladım. başka bir şehirde kendi şehrinize benzeyen yerleri görüp korkmak da neymiş. müzenin ilk versiyonu garip bir açıkhava alışveriş merkezinde konuşlanmış. ben gittiğimde, bir sonraki sergi için onlarca heykelin müzeye konumlandırılması için hummalı bir çalışma vardı onu gördüm. hatta bu yüzden müzenin geçiçi olarak kapalı olduğunu düşündüm ama hiç ispanyolcam ile müzenin açık olup olmadığını sorduğum kıvırcık saçlı o güzel kadın bana ispanyolca cevap verdi. beşinci günde artık bu dili biraz anlamıştım. tek bir sergiyi görebileceğimi, diğer salonun kapalı olduğunu, çantamı vestiyere bırakmam gerektiğini söyledi. hepsine cevabım aynıydı: si!


ürktüğüm mahalle bu.

tırrık bir müze gezeceğimi beklerken pedro ramírez vázquez sergisine denk geldiğimi görünce yine tükürdüğümü yaladım, yine önyargılı bir domuz olduğumu kendime hatırlattım. müzeye girmemdeki en büyük motivasyon klimalı bir yerde bir süre durmaktı, itiraf edeyim. san angel'de yürüdüğüm dakikalarda güneşten ve sıcaktan bunalmıştım çünkü. pedro ramírez vázquez ülkenin, dünyaca bilinen isimlerinden. dünyaca ünlü mimar, ülkedeki onca önemli eserin sahibi olduğu yetmezmiş gibi, onlarca markanın logosunu tasarlamış, birçok hayır işine imza atmış, 1968 senesinde şehrin olimpiyat oyunlarına ev sahibi olmasında önemli bir rol oynamış. serginin bir bölümü de onun olimpiyat oyunlarıyla olan ilişkisine ve o oyunlar için yaptıklarına ayrılmıştı. ben sporla pek alakalı biri olmasam da olimpiyat oyunlarına düşkünüm. dört senede bir düzenlenen oyunların logosunu, stadyumlarını ve oyun alanlarını merak eder onları incelerim. şehir ve urban kavramlarıyla birebir bir organizasyon olduğu için başından sonuna merak ederim. hayranı olduğıum 68 mexico city olimpiyat oyunları logosunu da pedro ramírez vázquez tasarlamış meğer. serginin bir bölümü tamamen bunun üzerineydi, ağzımın suyu aka aka gezdim. christian dior'un oyunlar için tasarladığı ayakkabıdan oyunlar için tasarlanmış elbiselere, pedro bey'in muhteşem eskizlerinden olimpiyat oyunları biletlerine kadar her şey sergilenmişti. resmen günün süprizi oldu.


--- küçük bir ara bitti ------------ san angel'de bi mekana otursam mı oturmasam mı, bir mekana oturursam bir kadeh bir şey içersem acaba maaşımın yarısını harcar mıyım diye düşüne düşüne turladımda turladım. en son mahalleme gitmeye, ne yapacaksam orada yapma karar verdim. ancak gelirken gün ortasında bindiğim metrobüs boş ve ne rahatsa, dönerken, tam iş çıkışı bindiğim metrobüs o kadar kalabalık ve sıcak idi. ben yine oturuyordum oturmasına ama metrobüs bile, kendine ayrılan şeritte önceki metrobüsleri bekleyip, ışıklarda dakikalarca durunca oflamaya puflamaya başladım. hangi durakta olduğumuza bakayım derken bu şehirde ikinci gün keşfettiğim o şahane mekana (bacal) yakın olduğumu fark ettim. hayatında içtiğin en güzel margaritayı orada içmedin mi keloğlan, içtin. e o zaman içinde 700 milyon kişinin olduğu bir araçtan çıkıp yine oraya gitmeye ne dersin. işte bu şahane bi fikir. chilpancingo durağında inip mekana yürüdüm. elleri ojeli (bu şehirde tüm lubunyaların oje sürmeye bayıldığından bahsetmiştim size) ve pek yakışıklı bir oğlan hazırladı bu sefer margaritayı. saatlerce yürüdüğüm için gözlerimin içi bile ağrıyordu artık, ilk yudum nasıl güzel geldi anlatamam. sakince oturdum margaritamı içtim. biraz kitap okudum, biraz gidene gelen baktım ve yine akşamı buldum. bacal'dan roma semtini yara yara kendi semtim san rafael'e döndüm. gelmeden önce gözüme kestirdiğim bir mezcal mekanı vardı oraya oturdum. kendime bir kokteyl ısmarladım ve kızarmış çekirge söyledim. evet yaptım bunu. denemesem olmazdı. kokteylde tamarind denilen allahın cezası bir şey vardı, kızarmış çekirgeler kolları ve bacakları ile önüme düştü. ikisine de gerek yoktu ama denedim mi denedim. fotoğrafını koymuyorum, buna hiç gerek yok. bir memur çocuğu ve de alkolik biri olduğum için kokteyli bitirdim ama çekirgeler kaldı tabakta. hesabı istediğimde çalışan çocuk 'paket yapayım mı?' diye sordu (ispanyolca konuşmadığımı anlayınca google translate kullandı) ben sadece gözlerimi yuvarladım. o da bir memur çocuğu sanırım. sabah kahvaltısında çekirge mi yiyeyim ama yani! mekanda inanılmaz düşük zekalı bir köpek vardı, durmadan onu sevdim. eve döndüm, duş aldım. dolapta biraz mezcal vardı. onu içip müzik dinledim. camlar açıktı, yine yağmurun sesini dinledim. şehirde az günüm kaldığını düşünüp biraz üzüldüm.





49 views
bottom of page