"beni sabah bir şarkıyla uyandır hayatın yaşamaya değer olduğunu anlatsın."*
o sabah plaja yürürken, bir önceki akşam yemek yediğim mekanın, lepi lepi'nin garsonlarından birini gördüm. masalara örtü seriyor, çatal bıçakları yerleştiriyordu. beni görünce hemen gülümsedi, ben de gülümseyerek ona el salladım. güzel yüzlü, tatlı gülüşlü, gençten bir oğlan. tek başına çıktığım tatillerde, birilerini 'tanıdık' edinmekten ya da daha açık bir cümleyle belirteyim; birilerinin beni tanımasından mutlu oluyorum. zaten müdavim olmaktan, mekanları sabitlemekten, aynı yerlere gitmekten hep hoşlandım. o genç garson da beni görüp el sallayınca ilk günden hayran olduğum adaya 'pekiyi' notunu verdim hemen. evet evet! serifos gördüğüm en güzel yunan adalarından biriydi. ben livadakia plajına doğru yürüyordum.
çoğu kiklad adası gibi, boz tepelerinde bembeyaz evleriyle, kiliseleriyle, selamlıyor onu görenleri serifos. tam beş sene önce folegandros'a giderken bindiğimiz feribotun ilk durağıydı, o zaman güverteden selamlaşmış, belki bir zaman sonra görüşürüz diye düşünmüştüm. o zaman geldi çattı baksana, ben şimdi serifos'un göğüne, o masmavi denizine, eylül rüzgarı ile usul usul sallanan saz kamışlara bakıyorum işte. odamın balkonundan chora'yı görüyorum, evleri zar zor da olsa seçiyor gözüm. güneş bulutların ardından çıkıp, chora'nın olduğu tepeyi parlak boz renge bürüyor, sonra koca bi bulut geliyor, güneşi kendine saklıyor, chora boz gri bi renge dönüyor o zaman. bulutlar hızla ilerliyor, bana hayran hayran izlemesi kalıyor. tertemiz, mis gibi bir odam var. kalami suites, limandan yürüyerek taş çatlasa on dakika uzaklıkta, özenli bir işletme. ismini saz kamışlardan alıyor. resepsiyonda maria ile tanışıyoruz, stelios'un çok sevdiğim arkadaşı marylia'ya benziyor. saçının beyazları bile aynı. marylia'yı dört senedir görmediğim geliyor aklıma. muhtemelen saçlarının beyazı artmıştır.
otele varır varmaz kendimi maria'nın önerdiği iki plajdan daha uzak olanına, livadakia plajına atıyorum. daha uzak dediğime de bakma; biri yürüyerek beş, diğeri de on dakika. alexandros isimli bi taverna var, önündeki şezlonglardan birine yerleşiyorum hemen. yunanistan bu; bir kahve, bir bira içersem o şezlongu kullanmama kimse bi şey demez. plajda salkım saçak ağaçlar var, bazıları o ağaçların altına havlularını sermiş, gölgede kitap okuyor, uyuyor, etrafına bakınıyor. bi freddo espresso içip kendimi hemen denize atıyorum. deniz muazzam, ipek gibi. sadece tertemiz, dalgasız olması değil beni kendine hayran bırakan. omuzlarımdan yükün, içimde duran o tortunun akıp gittiğini, hafiflediğimi hissediyorum. hava tam istediğim gibi, güneş ısıtıyor ama terletmiyor, gölgede zaten keyfim yerinde. plaj ne çok kalabalık ne de ıssız, israilli 4 çocuklu bi aile var, ailenin babasını izliyorum dikkatle. oldukça yakışıklı, atletik bir adam, benim yaşlarımdadır muhtemelen. ilk defa kadın ve erkeğin çift olduğu bir ailede erkeğin 'her işi' yaptığını görüyorum. çocuklarla yüzüyor, onları kuruluyor, yemek yediriyor, onlarla oyun oynuyor. çocuklardan biri gerçekten yaramaz ama onu bile sakinleştirmeyi başarıyor. arada gidiyor karısını öpüyor, kitabını okuyor. hayranlıkla bakıyorum. son güne kadar o aile serifos rutinimin bir parçası oluyor.
aynı plaja, ikinci gün güneş doğmadan, sabahın köründe çakırkeyif gidiyorum. bir önceki akşam yediklerimle kendimden geçmişim, tsipouro ile şımarmışım, içtikçe içmişim. odamdan güneş doğuşuna 20 dakika kala çıkıyorum. in cin top oynuyor, ada bomboş. parmak arası terliklerin şıpırtısı yankılanıyor. güneş karşımdaki tepelerin ardından çıkacak, ışığını görüyorum. ilk defa bu kadar erken giriyorum denize. ayaklarım kuma değiyor, taşları seçiyor gözlerim, öyle berrak. hiç nazlanmadan kendimi atıyorum denize, sarılıyoruz birbirimize. bir dalıp bir çıkıyorum. yüzüyorum duruyorum. güneş tepenin ardından çıkıyor, turuncusunu pembesini suya bırakıyor. ben sırtüstü duruyorum suyun üstünde. nefes alıp veriyorum, sakinleşmeye çalışıyorum. uzun uzun nefesler alıp veriyorum. çarşaf gibi denizin üstünde yavaşça saat yönünde dönüyor bedenim. iyi olacağımı söylüyorum kendime. denizle her buluşmamı kendimce bir törene dönüştürmek istiyorum. ne kadar sık olursa olsun, her seferinde kutlanması gereken bir tören. şükrediyorum, kendimce teşekkür ediyorum, dileklerimi suya bırakıyorum.
üçüncü gün hava bulutlu, sabah yağmur sesiyle uyanıyorum. chora'ya gitmeye karar veriyorum. serin havada daracık sokakları yürümek, o dik merdivenleri çıkmak, yağmurla yıkanmış bembeyaz evleri görmek hiç fena fikir değil. ilk iki gün denizin, güneşin tadını çıkardım nasılolsa. chora, kaldığım koya otobüsle 15-20 dakika uzaklıkta. şoföre 2 euro veriyor, karşılığında minicik bir bilet alıyorsunuz. eskice bir otobüs, homurdana homurdana çıkıyor tepeye. otobüsteki turistlerin bir kiklad adasına ilk defa geldiğini, otobüs her keskin bir virajı döndüğünde verdikleri tepkilerden anlıyorum. gördükleri manzaraya hayran oluyor, bir yandan da tepeye çıktıkça endişeleniyorlar. ben de çok rahat sayılmam açıkçası, hafif geriliyorum. chora trafiğe kapalı, zaten sokakları herhangi bi motorlu aracın girebileceği genişlikte değil.
otobüsün bizi bıraktığı yerden yürümeye başlıyorum. buradaki evlere birkaç yazıda küp şeker benzetilmesi yapıldığını okumuştum. yürüdükçe, yükseldikçe, evlere yukardan bakınca ne kadar haklı bir benzetme olduğunu anlıyorum. çoğu kiklad adası gibi, serifos'un chora'sı da inanılmaz manzaralar sunuyor ziyaretçilerine. agios konstantinos kilisesine vardığımda sessiz zafer çığlıkları atıyorum içimden. adanın çıkılabilecek en yüksek yerindeyim, gözümün önünde alabildiğine güzelliğiyle ege denizi ve diğer kiklad adaları var. kilisenin dibine oturuyor, hem dinleniyor, arada başımı kaldırıp manzaraya bakıyor, kitabımı okuyorum. nefes nefese kiliseye varan turistlerin sesleri ve konuşmaları çalıyor kulağıma. kaç adanın kaç tepesinden ege denizine baktım emin değilim. şanslıyım ama. hatırlayabildiklerimi gözümün önündeki manzaraya ekliyorum. dün girit'in bir koyuna tepeden bakıyordum, şimdi burdayım. aklım belki hala folegandros'un o sarp uçurumlarında, şimdiyse denizin dalgasında.
stelios ile yollarımızı ayırdıktan ve ben atina'dan taşındığımdan beri yunanistan'a her gidişimi anlamlandırmaya çalıştım. ruhen kendimi tamir etmeme yardımcı olacağını, beni iyileştireceğini düşündüm. öncesinde kendime sözler verdim, bu sözleri yerine getireceğime kendimi inandırdım. gidecek bir müze, eserlerini görecek bir ressam buldum, onların renklerine sığınarak yaramı saracağımı düşündüm.
her zaman öyle olmadı, olmuyor ya da. bazen daha çok üzülüyor, karamsarlığa kapılıyorum. bir adada yalnızken, ege'nin o göz kamaştıran mavisine bakarken olduğum yerde kalayım istiyorum o zaman. kalayım, kök vereyim, kıpırdamayayım. kıpırdamak ne olduğunu bilmediğim anlara kendimi itmek, belirsizliğe kucak açıp endişelenmek demek çünkü. köklerini geçmişiyle, güzel günlerini anarak besleyen bir ağaç olmayı düşlüyorum, ancak o zaman huzura erebilirim gibi geliyor. daha önceleri bunun hiç sağlıklı bir düşünce olmadığını sanar ve böyle düşündüğüm için kendime kızardım. ama artık umursamıyorum. bu benim düşüncem, bana iyi gelmeyen hallerimi de sahiplenmek durumundayım. bana kötü gelen şeyleri düşündüğüm, kimsenin kaygılanmadığı şeylerden kaygılandığım için artık kendimi suçlamanın alemi yok. belki de bazı şeyleri hiç çözemeyerek, hep özleyerek geçecek ömrüm.
serifos'u hiç unutmak istemiyorum. son gece odadan çıkıp bi cesaret geceleyin denize girdiğimi, kapkaranlık suyun içindeyken adanın ışıklarına bakışımı, adanın kokusunu, rüzgarını, sallanan saz kamışları, livadakia koyuna bakmak için çıktığım tepede gördüğüm, adını bilmediğim o çiçekleri unutasım yok. son gün, tam 12'de odamdan çıkıp ödeme yapmak ve maria'ya veda etmek için resepsiyona gittiğimde maria odaya o gün kimsenin yerleşmeyeceğini ve feribotum gelene kadar kalabileceğimi söyledi. feribotum akşamüstü 6'da idi. valizi resepsiyonda bırakır, 6'ya kadar denize girerim diye düşünmüştüm ama son günümde hava iyiden iyiye serinlemişti. iyice kurumadan feribota binmek de istemiyordum. bi kafeye, bara gider, feribot saatine kadar bir şeyler okur, yer içer, oyalanırım diye düşünmüştüm. gerek kalmadı. odaya geri döndüm, üstümdekileri çıkardım, hemen balkon kapısını açtım ve yatağa uzandım. tül perde havalandı, içeriye serin bir esinti girdi. üstümü iyice örttüm, adaya geldiğimden beri izlediğim maestro dizisinin yedinci bölümünü açtım. dizide karakterler yunanca konuşurken uykuya dalmışım. bazı kelimeleri seçerek, bazı sesleri tanıyarak, melodisini aklımda mıh gibi tuttuğum o dili dinleye dinleye uykuya dalmışım. bana son gün hediyesiydi anlaşılan. uyandığıma üzüldüm, uyanmak demek adadan gitmek demekti.
üç ay önce bana sorsan, adanın en azından iki koyuna araba kiralayıp gidecektim. tepelere çıkarken kıvrım kıvrım yollarda canımın istediği şarkıları dinleyerek araba sürecek, 'o' koca koyda yüzen tek kişi ben olacaktım. adanın batısında bir koyda güneşi batıracaktım. bir gece adanın bir barına gidip canım hangi kokteyli isterse onu içecek, birileriyle tanışmaya, konuşmaya meyledecektim. uzun zamandır çekmediğim kadar güzel videolar çekip, onları gönlümce kurgulayıp, kendime hediye edecektim. feribota tenimde tuzla yorgun argın binip atina'ya kadar güzelce uyuyacaktım.
hiçbirini yapmadım. başka şeyler yaptım. adadan kendime hatıra hiçbir şey almadım. adayı kendime hatıra bıraktım. serifos'un saz kamışları ben adadan ayrıldığımda usulca sallanmaya devam etti. ben onları anımsayıp gülümsedim.
*Maestro dizisinin ikinci bölümünde Haris karakterinin torunu için yazdığı şarkı sözünün son iki mısrası.