Sizin Atina'daki eve çok benziyor biliyor musun; dördüncü katta, kocaman bir terası var, terasın önü açık, Harbiye’ye bakıyor. Bir artı bir, çok güzel, ışık alan bir ev, hem de sahibinden kiralık. Olur heralde ya, neden olmasın?
Belirli aralıklarla telefon ekranımda beliren bu cümleleri ve birazcık daha okuduktan sonra hiç vakit kaybetmeden ne kadar sevindiğimi belirtmem gerektiğini kendime hatırlattım, kendimi toparladım, kurabildiğim en tatlı cümleleri kurdum, en aptal şakaları yaptım. Her zamanki ben gibi sesleniyordum. Aklımdan geçenleri yazacak, şaşırdığımı belli edecek halim yoktu ya! Hayatının öyle ya da böyle, herhangi bir köşesine istediğim anda sızabileceğimi zannederken, buna hep iznim olduğunu, o kapının her zaman açık olduğunu düşünürken bu gelen haberle sakince gerçeğe geri döndüm, iyi oldu. O sırada katta duran asansör sesini, sonra da anahtar sesini duydum, kapı açıldı, sarı eve geldi.
Hasta veya çok yorgun değilsem her zaman onu kapıda karşılarım, o an hasta ve çok yorgun olmama rağmen kucağımda duran bilgisayarı sakince yemek masasına koydum, evin girişinde karşıladım onu. Deri montu, yeşil beyaz lacivert beresi, kocaman atkısı ve üzgün suratıyla sevgilim sessizce, yine biraz ağlayacakmış gibi merhaba dedi bana. Ben biraz daha yüksek sesle, biraz daha neşeli bir şekilde selamlamaya çalıştım onu ama sanırım beceremedim. Önce elindeki bez çantayı girişteki, içine ayakkabılarını koyduğu sandığın üstüne bıraktı, sonra hızlı hızlı yatak odasına yürüdü. Peşinden yürüdüm. Pantolonunu çıkarttı, çoraplarını değiştirdi, üstündeki gömleği çıkarıp, lisesinin logosunun olduğu kapüşonlu üstünü giydi. Günü şöyle böyle geçmişti, ofiste birçok işini halletmişti, bir müvekkili onu çok sinirlendirmişti, hava çok soğuktu ve çok yorgundu. Defalarca söylenmiş cümleleri bir kere daha söyledi, bir kere daha dinledim. Mutfağa geçtik ikimiz de yavaşça, bezelye ve pilav pişirmiştim, tencerelerin kapaklarını sevimli olmaya çalışarak açtım. Gülümser gibi oldu, sevinir gibi yaptı, dolaptan büyük bir bardak aldı, yarısına kadar su doldurdu, onun da yarısını içti, mutfaktan çıktı. Ben mutfakta kaldım, sigara yaktım. Terasa çıkıp içmem lazımdı ama hava çok soğuktu, İstanbul’dan geldiğimden beri hastaydım zaten ve bu ev kışın hiçbir zaman ısınmıyordu, geldiğimden beri üşüyordum. Yazın çok sıcak ve çok güneş aldığı için; kışın bir türlü ısınmadığı için şikayet ettiğim evimiz. İlk kez geldiğimde heyecandan bayılacak gibi olduğum, nasıl beğendiğimi kelimelere dökemediğim, her köşesinin fotoğrafını çekmek istediğim, şimdiyse içinde dünyanın en mutsuz insanı olduğumu düşündüğümüz evimiz.
Dördüncü değil ama beşinci katta, kocaman bir terası var, terasın önü açık, Kolonaki’ye bakıyor. Bir artı bir, hem de sahibinden kiralanmış.
O gece ne bezelyeyi ne de pilavı yedi, sandığın üstüne bıraktığı bez çantanın içinde Girit gravyeri vardı, saran jelatini bir hevesle açtı, peyniri hızlıca bıçakla kesti, her yorgun olduğunda yaptığı gibi ağzını hafif şapırdatarak yedi. Poşetin içinde yarısı yenmiş bir ıspanaklı börek, annesinin o gün ofisini ziyaret ettiğinde verdiği yeşil mercimek yemeği vardı bi de, ıspanaklı böreğin yağı içindeki kağıda bulaşmıştı, yeşil mercimeği buzdolabına kaldırdım, mutfakta sigara içtikten sonra tabağıma biraz pilav biraz bezelye koyup salona geçtim. Televizyonda yine asla izlemek istemediğim ama izlemeyip de ne yapacağım programlar, diziler, yarışmalar önümden iki üç saniye arayla geçiyordu. Üşümüş bacaklarımın üstüne battaniyeyi sererken banyoya girdiğini gördüm, banyodan çıktı, tam karşısındaki mutfağa girdi yine. Teras kapısının açıldığını duydum, çakmak sesini duydum, telefonla annesini aradığını anladım, iyiyim anne, yorgunum anne, birazdan uyurum anne, görüşürüz anne. Sigara içti, kapıyı kapattı, salonun kapısına gelip onunla yatağa uzanmak isteyip istemediğimi sordu, uykum olmadığını, sonradan geleceğimi söyledim, iyi geceler diledi ve yatak odasına gitti. Yatak odasının kapısını biraz öfkeyle, daha çok üzülerek kapattı. İçerde ağladığına emindim, televizyonun sesini açtım, bezelye bitmişti, iki üç çatal pilav kalmıştı. Çatalla pirinçleri ezdim, tabakta öylece bıraktım.
Birkaç hafta sonra Kea’ya giden feribottaydık, ani bi kararla bu geziyi planlamıştım, belki biraz iyi gelirdi. Güneşli bir kış günüydü, deniz pırıl pırıl mavi, bulutlar gökyüzünde bembeyaz asılı duruyordu. İçinde taş çatlasa 20 kişinin olduğu feribotta dışarda oturuyorduk, ben fotoğraf çekmek için ayağa kalktım, bi süre geminin farklı yerlerinde gezindim, dışarda oturduğumuz bölüme geri geldim; üşümüş olmalı ki, yeşil beyaz lacivert beresini takmış, feribota bindiğimizden beri gözlerimizle gülümsediğimiz koca kafalı o güzel köpeği seviyordu sarı ona baktığımda. Uzaktan, gözlerim hafif dolu, gülümseyerek izledim ikisini de. Son kez bi adaya beraber gittiğimizi biliyordum; gözümün dolması, içimin burukluğu, lacivert denizin üstündeki bembeyaz köpüklere boş gözlerle bakışım ondandı. Uzağımda, başka bi yerde, dokunmadığım, güldüremediğim, derdimi anlatamadığım, derdini anlamadığım biri vardı. Gözünün feri gitmiş, sessiz, iştahsız, neşesiz biri.
Karthea antik kentine yürüdüğümüz o patika boyunca önümde, elinde kalınca bir ağaç dalından zaman zaman güç alarak, hiç konuşmadan yürüdü. Kilo verdikten sonra iyice cırpılaşan bacaklarına, zaten eti olmayan poposunun artık hiç doldurmadığı pantolon ceplerine takılıyordu gözüm. Bir de beresinin ponponuna; düzensiz hareketlerine eşlik etmeye çalışan, bir sağa-sola, bir öne-arkaya hareket eden ponpona. Saatlerce, hiç konuşmadan yürüdüğümüz o yolda daha önce gördüğü, çok sevdiğini , bana ismini de söylediği ama benim tabii ki hatırlamadığım bir bitkinin kökünü alıp elinde bitmekte olan su şişesinin içine yerleştirdi. Eve gider gitmez ilk yaptığı şey o kökü terastaki boş saksılardan birine dolduduğu toprağın içine usulca dikmek oldu. Sigarasını yaktı, müziğini açtı, o güzel ince uzun parmaklı elleriyle, usul usul, ortalığı biraz kirleterek işini tamamladı. Tırnaklarının arasındaki topraklardan kurtulmak için bi acele banyoya girdi, ben terastaydım hala, saksıya baktım uzun uzun. Yeşereceğine, bu evde, bu terasta güzelce büyüyeceğine, bize misafir olan birinin iltifatlarına maruz kalacağına, ona güzel bakacağına çok emindim. Şu ana kadar bu terasta senin elleriyle diktiği, koruduğu, baktığı, ilgilendiği her bitki mevsimli mevsimsiz coşar, rengiyle göz kamaştırır, her göreni kendine hayran bırakırdı. Bu da öyle olacaktı.
O beşinci kattaki eve, o güzel terasa, o Kolonaki manzarasına, o masmavi gökyüzüne bir süre sonra veda ettim. O bitki ne halde, büyüdü mü, açtı mı, toprağını yerini sevdi mi bilmiyorum. O ada dönüşü benim için birçok şeyin sonuydu, aylarca süren bir dönemim hatırlanmaması, donuk ve buz gibi geçmesi, tentelerin yırtılması, üst üste içilen sigara dumanıydı.
O teras artık yoktu, o ev de yoktu.
Şimdi biz bir vapurdayız, küçük bir adadan daha küçük bir adaya gidiyor bu vapur. Yüzüm biraz tuzlu su, çok kenarda durmuşum. Benim gözlerim sana bakmaktan yorulmuş biraz, ışıl ışıl durmuşsun çünkü karşımda gün boyunca. Kendimi kelepçeliyorum. Bilerek bakmadığım anlar oldu; yere baktım, göğe baktım, erik ağaçlarına, atlara, güzel köşklere baktım, kendimi zorladım ama gözüm -ister istemez- hep sana kaydı. Ne yaptığını, nasıl güldüğünü, ellerinin nereyi gösterdiğini, oturuşunu, yürüyüşünü, saçının nasıl da güzel dalgalandığını hep görmek istedim aslında. Sonra kendime bakmamam gerektiğini hatırlattım, bunun doğru olmadığını da. Yanlış olduğunu da. Doğru olmayan bazı şeylerin -çoğu zaman- ne yazık ki yanlış olduğunu da. Hiç beklemediğim kadar bir sıcak günde, alnımdan ve ensemden akan teri görmemen için arkandan yürümem gerektiğini de hatırlattım kendime. Enseme 19uncu kez değdirdiğim mendil artık ıpıslaktı. Sen konuşuyordun, yürüyordun, gülüyordun, bazen gözümün önüne geliyor, bazen gözümün önünden kayboluyordun. O zaman ben yerimi değiştiriyordum bir acele, hep gözümün önünde olmanı istiyordum çünkü. Uzak ama gözümün önünde. Orada olduğunu bilmek güzeldi, yakın olma fikri beni korkutuyordu.
Şimdi biz bir vapurdayız, daha küçük olan -o- adaya gidiyoruz. Orada bi garip merdivenlerde oturup, serseri gibi müzik dinleyeceğiz, kahkaha atacağız, son vapuru bekleyeceğiz. Herkes kendini en iyi hissetiren o, bir noktaya bakacak. Uzun uzun, konuşmadan, sadece sessizce gülerek.