top of page

yeni ev eski sokak



Uzun zamandır evimizin önünden, sokağımızdan, mahallemizden geçmedim. O yeni, karanlık evimden çıkıp başka mahallelere yürüdüm hep, alıştığım yöne değil, bilmediğim yöne doğru zorladım kendimi, çok çirkin mahallelerden geçip, çok çirkin binalar gördüm, onların fotoğrafını çektim. Zihnim unutacak çünkü biliyorum, ben kendime hatırlatmalıyım her şeyin, özellikle bu aralar ne kadar çirkin göründüğünü. Kendime sığınak olacak yeni bir mekan bellemek istedim başka semtlerde, o mekana hep aynı saatte gidip aynı şeyi içmek istedim, mekan çalışanları artık beni tanısın, içtiğimi bana sormadan masama koysun istedim, balkonu güzel bir apartmana olur olmaz sevdalanmak istedim. O balkonlu daire benim olsun diye hayal ettim. Etmedim, hayal eder gibi yaptım. Artık bu şehirde hiçbir evi, hiçbir balkonu, hiçbir terası istemiyordum aslında. Sadece Pangrati’den vazgeçmem, Pangrati’yi unutmam gerekiyordu, bunu tekraklıyordum kendime durmadan. Şehrin hiç sevmediğim bitmek bilmeyen sıcağında binlerce adım attım, yürürsem kurtulurdum, yürürsem rahatlardım, yürürsem terlerdim, terimi attıkça özlemimi de acımı da hasretimi de ruhumdan atardım. Üstümdeki giysiler tuz lekesi olana kadar terledim, o kadar terleyene kadar hırsla yürüdüm. Alnımdaki teri elimle sile sile, gözüme kaçan damla damla tere küfrede küfrede yürüdüm. Tüm bunların sonunda eve vardığımda içimde hala tanımlayamadığım bir boşluk, ayaklarımda keskin bir ağrı oluyordu. Nefes nefese evin kapısını açıp, çantayı bir yere atıp buz gibi suyla duş alıyordum. Ayaklarımı her hareket ettiğimde çıt çıt sesler geliyordu kulağıma, ne kadar çıtlatsam da yetmiyordu. Günün üçüncü tişörtü kirli sepetine atılıyordu, aynada ne kadar yaşlandığım, ne kadar mutsuz göründüğüm onaylanıyordu, kötü bir şort, kötü bir tişört giyiliyordu ve sonra koltuğa kıvrılıyordum. Ayağımı bacağımın altına, bilgisayarı kucağıma alıp başka bir yerlere gitmek istiyordum her seferinde. Yılların unuttuğu bir şarkıcının herkese iftira attığı açıklamaya, beş kiloluk dana etinin kızartılıp sonra üstündeki peynirle fırına atıldığı videoya, aslında hiç ilgilenmediğim ama sosyal medyada hayran olunan bir diziye gidiyordum. Boş gözlerle, kof bir gönülle bakıyordum hepsine, sadece uykumun bir an önce gelmesini istiyordum. Ne güzel olurdu bir 6 saat deliksiz uyuyabilsem, kalktığımda omzumdaki yükü değil de içimin ferahlığını hissedebilsem. Lavanta yağı damlattığım perdelerden, yastık kılıflarından, pikeden mucize bekliyordum, kendimi yatağa atar atmaz huzurla uyumak, güzel rüyalar görmek istiyordum ben. Aklımda hep teras vardı, senin terasın, bir zamanlar bizim terasımız. Bitki sayısının çokluğundan şımarıkça şikayet ettiğim ama sabah erken saatlerinde kahvemi içerken her seferinde ne kadar güzel olduğunu fark ettiğim o teras. Ayrılmamızdan sanırım bir ay önce kadardı, her zaman olduğu gibi akşam güneşi terasın her yerine vurmuş, sarı sıcak parıldıyordu. O kadar çok çiçek açmıştı ki o bahar; rengarenk, iri iri çiçekler. İçim ne kadar karanlık olsa da fark etmemek imkansızdı, yüksek sesle, kahkaha atarak selamlıyorlardı sanki beni her seferinde. İşte o gün aniden fotoğraflarını çekmeye başladım, özenle, sabırla, teker teker her ağacın, her daldan çıkan yaprağın, yaprakların arasından iri iri beliren her çiçeğin. Zihnim unutacaktı çünkü biliyorum, ben kendime bu güzelliği hatırlatmalıydım. Bu evden çok yakın zamanda gideceğimi de, seni görmeyeceğimi de biliyordum. O fotoğraflar içimin karanlığına inat, çeşitli renklere bürünmüş umudumu anımsatacaktı bana.













O Ağustos sabahı, taksi hareket eder etmez kafamı hemen sola çevirdim. Apartmanın giriş kapısına baktım, taksi bizim sokakta biraz yol aldıktan sonra genelde içki aldığım o dükkanın olduğu sokağa, sağa döndü. Sonra dümdüz devam etti, ana caddeyi geçerek Kolonaki ve Lykavittos Tepesi’nin gözüktüğü dört yola geldi, oradan sola döndü, yeni evime doğru tam gaz gitti. Midemin nasıl ağrıdığını, gözümün nasıl da yaşla dolduğunu, nefes almakta zorlandığımı öyle iyi hatırlıyorum ki. Yunanistan’ın en ölü gününe, 15 Ağustos’a, bu ülkede herkesin tatile gittiği ay olan Ağustos ayının ıssızlığı yetmiyormuş gibi bir de tatil gününe denk getirmiştim yeni eve taşınmamı. Sokakların boşluğu öyle sinir bozucu, öyle üzücüydü, boş boş baktım taksiden dışarı. Yutkunarak, sesli ağlamamaya çalışarak, taksinin ne kadar da temiz olduğuna şaşırarak oyalamaya çalıştım kendimi. Taksi şoförünün tertemiz, ütülü, bembeyaz gömleği vardı bir de. Üç beş dakika sonra sakince indim taksiden, adama teşekkür ettim, adam benim yaşlı, hafif kızarmış gözlerime baktı biraz, kibarca iyi bir gün diledi, valimizi indirdi, gülümsedim, bir şey diyemedim. O sırada benden başka kimsenin yaşamadığına emin olduğum apartmana girip birinci kata çıktım. Yeni evime girince ilk işim ön balkon kapısını açmak oldu. İki sandalye ve bir küçük masanın sığabildiği, daracık sokağa ve karşımdaki apartmanın balkonlarına, parmaklıkları çevreleyen bitkilerin izin verdiğince bakabildiğim minicik bir balkonum vardı. Yeni bir evi sevmek zorundaydım ve bu ev çok zorlanmadan bana kendini sevdirecek kadar güzeldi. Her zaman şikayet ettiğim o eski, mermer evye yoktu mesela, o zor kapanan anneanne mutfağı dolapları da yoktu. 90’ların ruhsuz tatsız, şekilsiz ve çirkin ama günümüzü düşünürsek daha işe yarar öğeleriyle doluydu bu ev. Sen olsan nefret ederdin büyük ihtimalle, dudaklarını büker, o birbirinden farklı büyüklükteki gözlerini devirir ve hoşuna gitmediğini söylerdin. 60’ların, 70’lerin o göz okşayan estetiğine ne olursa olsun sevdalı biriydin çünkü. İşe yaramasalar da, dolapların kapağı düzgün kapanmasa da, o Allan’ın cezası evyeden su düzgün akmasa da… Benimse umrumda değildi, daha temiz, daha yeni, daha kolay olan her şeye daha teşneydim ben. Yatak odasında ortalama büyüklükte bir yatak ferforje başlığı ve yeni yıkanmış kılıflarla kaplı altı yastıkla bakıyordu bana. İlk işim en arkadaki iki yastığı alıp dolaba koymak oldu, altı yastıkla uyumak saçmalık çünkü. Yatak odasının da küçük bir balkonu vardı, küçük bir avluya bakan; karşı apartmanların arka balkonlarında asılmış çamaşırlar, avluda gezinen kediler, birbirinden çirkin perdeler vardı gördüğüm. Bu balkona çamaşır asılacak belli, yerleri silmek için kullanacağım fırça ve kova da burada duracak. Bir tane de zavallı bitki var, neden her yerde bitki var? Bu karanlık, güneş almayan, iki balkonun kapısını da açtığımda rüzgarı ferahlatan evi sevmekten başka çarem yok, bir süre burası benim yuvam, benim sığınağım çünkü.




105 views
bottom of page