- ilk gün, şehirden izlenimler, şehre ısınmalar -
geceyi sabaha çeviren saatlerin 3'ünde değdi uçağın tekerlekleri. uçak istanbul'dan kalkana kadar videolu görüşme yapan koltuk arkadaşım koca memeli ermeni teyze, biz iner inmez yine birilerini görüntülü aradı. 24 saat görüntülü konuşan insanlar var demek. pasaport kontrolünde hollanda pasaportumu gören, gözüne kalem çekmiş polis hanımefendi bana bakıp 'niderlanz niderlanz bat yu ar zaimoğlu. so yu ar törkiş.' dedi. onayladım. hiç itiraz etmediğime biraz şaşırdı, 'ermenistan'a hoş geldin.' dedi gözlerini süzerek. hoş bulduk şekerim.
yerevan'a pegasus ile gidebilirsiniz. bana en çok sorulan sorulardan biri direkt uçuş olup olmadığı, varsa da hangi havayolu olduğuydu. cevap basit; pegasus, sabiha gökçen'den direkt uçuyor. gece uçuyor sabaha karşı yerevan'a iniyorsunuz.
yabancı bi şehre karanlıkta varmak dert, sabaha karşının tekinsizliğinde inmek daha büyük dert. o saatte havaalanından merkeze giden herhangi bir toplu taşıma aracı yoktu ama uygulama (uber / yandex / gg taxi) ile çağırdığım araç hemen geldi. şoförüm sevan, başını kaldırmadan selamladı beni. adresi söyledi, onayladım. hiç konuşmadan sisli ve puslu bi şehrin içinden geçtik. benzinciler, boş araziler, led tabelalı çiçekçiler, gece kulüpleri çarptı gözüme. kapkaranlık bi sokakta, kocaman, yeni bir binanın önünde durduk. indim, bana yazılan talimatları takip ede ede evime girdim. eve yürüyerek iki üç dakika uzaklıkta 24 saat açık bir market vardı, hemen gittim bira ve kahvaltılık yiyecek aldım. biranın markası kilikia idi. evdeki televizyonu açıp ermenice şarkılar çalan bir müzik kanalına takıldım kaldım.
yerevan sakin ve gösterişsiz bir şehir. koca caddelerin kenarlarında bej, gül kurusu, açık kahverengi, pembe binalar var. binaların bazıları değeri bilinmemiş bi inceliğin eseri; bazılarıysa heybetli, asık suratlı ve iddiasız. ilk gün uyandım, duşumu aldım ve düştüm yola. önce eve yakın 'republic square' ile başladım şehri gezmeye. şehrin en önemli meydanı burası. her birinin cephesi meydanı iç bükey, daireninin çeyreği şekilde saran binalar oldukça gösterişli. ve fakat meydanın ortasında inşaat iskeletleri, inşaat araçları, saçma bir kalabalık vardı ben oradayken. binaların görkemine gölge düşmüştü. binalardan biri parlamento, diğeri tarih (ve güzel sanatlar) müzesi, biri lüks bir otel, diğeri de bir bakanlık binası sanırım. süs havuzu boştu, ortalık bir sevimsizdi. sanırım noel ve yeni yıl sonrası tüm süslemeler sökülüyor, meydan bahara ve yaza hazırlanıyordu.
aklım istanbul'da internet üzerinden almaya çalıştığım, sistemdeki arıza dolayısıyla alamadığım ama ayırdığım bale biletinde olduğu için meydanda çok zaman geçirmeyip bir an önce opera yollarına düştüm. şehirdeki ikinci günümde kuğu gölü balesi gösterimi vardı. opera binasının oralarda bir bilet gişesi varsa ve derdimi anlatmayı başarırsam biletime kavuşacaktım. bileti ayırmıştım ayırmasına ama, gösteri tarihinden iki gün önce alınması gerekiyordu, ben geç kalmıştım. arada şehrin, daha doğrusu ringin dışına çıkıp 'saint gregory the illuminator cathedral'e uğradım. dünyadaki en büyük ermeni apostolik kilisesi olan bu yapı, görkemli olmasına görkemli ancak içi oldukça sade ve bana sorarsanız bu yüzden huzur verici. bu sadelik birçokları için bir dezavantaj olarak da görülüyor. 2001 senesinde yapımı tamamlanmış, oldukça yeni bir katedral.
katedralden operaya yürürken şehrin bilinen ve rehberlerde görülmesi önerilen yerlerinden birkaçını da gördüm. bunlardan ilk bahsedeceğim yer 'vernissage' idi. vernissage ne derseniz, boylu boyunca uzanan tezgahlarda yüzlerce el işi eserin sergilendiği ve satıldığı bir açıkhava pazarı diyebilirim. el işi çantalar, tahta oyma süslemeler, halılar, takılar, ermeni desenleriyle bezeli fularlar, tespihler, anahtarlıklar, cüzdanlar, defterler, onlar bunlar şunlar... pazarlık yapmayı ve açıkhava pazarını sevenler için biçilmiş kaftan. benim böyle yerlerde sosyal yetilerim sıfıra indiğinden, kimseyle göz kontağı kuramadan ve tezgahlarda satılan onlarca güzel eserde aklım kala kala gezdim pazarı. pazarlık yapmak, satıcılarla konuşmak benim için söz konusu bile değildi, o yüzden hiçbir şey almadım. bunları yapamazken fotoğraf çekmemi beklemiyordunuz umarım. zira fotoğraf bile çekmedim.
diğer bahsedeceğim yer ise nesi o kadar meşhur asla anlamadığım 'northern avenue'. burası şehir merkezini diyagonal kesen bir cadde. güneyde, meşhur, mafyöz mekanların ve tiplerin cirit attığı 'pushkin street' , kuzeyde ise 'freedom square' ve opera binası var. onca şanına şöhretine rağmen, pahalı mağazalar, cadde kenarındaki pahalı evler dışında bana sorarsanız bir numarası yok. binaların çoğu yeni, pırıl pırıl. ortalık da allah için gece gündüz cıvıl cıvıl. bir şehrin temiz, popüler bir caddesi, o kadar. buranın fotoğrafını çektim mi? yok şekerim. canım istememiş belli.
opera binasına geldiğimde hava pırıl pırıldı. meğer yerevan'daki son güneşli anlarımmış. gişeyi buldum, sırada iki üç kişi vardı, onların işinin bitmesini bekledim ve çekinerek gişedeki kadına ingilizce konuşup konuşmadığını sordum. kendinden emin bir şekilde konuştuğunu söyledi. bilet almaya çalıştığımı ama sistem arızası olduğu için satın alamayıp ayırttığımı yavaşça söylüyordum ki ekranı bana çevirip 'zaimoğlu sen misin?' diye sordu. ekranda, istanbul'da satın almaya çalıştığım her an görünüyor. deliler gibi 3 dakikada bir denemişim. utanarak onayladım. sistemde arıza olduğunu söyleyip özür diledi. asıl ben manyak gibi 67 kez denediğim için özür diledim ve kendime güldüm. 30 sene önce gelmiş hanımefendi istanbul'a. 'kurtuluş'ta kaldım, orada bizim kiliseler vardı, şimdi çok değişmiştir istanbul.' dedi. 'değişti.' dedim. 'yerevan'ı beğendin mi?' dedi. 'beğendim.' dedim. bana inanmadı, hırıltılı hırıltılı kahkaha attı. biletimi verdi, iyi tatiller diledi.
peki yerevan'ı sevdim mi?
gişedeki hanımefendiye, o bana inanmasa da yalan söylemedim. kendi halinde, gösterişsiz, ilerlemeye, yenilenmeye açık şehirleri severim çünkü. şehirlerin güzel olması değil, onlarla kurduğum bağ beni mutlu eder. yerevan modern dünyaya yavaş yavaş alışan bir şehir, bu çok belli. dünyanın en avantajlı coğrafyasında, politik olarak en şanslı ülkesini temsil eden bir başkent ya da büyük bir şehir değil ama elinden geleni yapıyor. savaş sonrası şehirde gözle görülür bir rus ve ukraynalı nüfusu var. benim kaldığım apartmanda kapıyı açtığım herkes rusça ve ukraynaca bana teşekkür etti. apartman şehirdeki diğer binalara nazaran çok daha yeni, emlak fiyatının çok daha yüksek olduğunu tahmin ettiğim bir apartmandı. şehirde daha paralı, daha büyük, daha geniş tüm yerlerde daha çok rusça ve/ya ukraynaca duyuyorsunuz. şehirden kastım, işte bi turistin zaman geçirdiği o ring içerisindeki merkez. kocaman lokantalar, barlar var. ben cuma cumartesi akşamı bile hiçbirini dolu görmedim. garip bir boşluk, aynılık mevcut. mekanların mobilyaları, menüleri birbirine çok benzer. ama işte tüm bunların arasından sıyrılıp farklı bir şeyler sunan, farklılığıyla öne çıkmaya çalışan mekanlar da var. genç nüfus dikkat çekiyor. çoğu mekanda yelpaze kirpikli, koca bayık gözlü, mesafeli, çok gülmeyen ama hizmette kusur etmeyen genç erkekler çalışıyor. şehrin tek renkle sırlanmış olması insanı yormuyor ama benim gibi renk / desen meraklısını da bir süre sonra sinirlendiriyor. çok fazla çiçekçi var, kyiv de böyleydi hatırlıyorum. 24 saat açık, her köşede, her caddede onlarca çiçekçi. tek renkli yerevan'a iyi geliyor çiçeklerin rengi.
İKİNCİ YAZI: ulikhanyan (iovanzaim.com)