Trende yanımda koca ayaklı, uzun boylu genç bir adam duruyordu. Ebru ile mesajlaşıyordu ben telefonuna utanmadan bakarken. Ebru'nun yanına bir de kırmızı kalp kondurmuş mu kondurmuş. Ebru manita. Ebru'ya soruyor bazen: uyudun mu? Koca ayaklı oğlan Ebru'yla mesajlaşırken inmeme üç beş dakika kaldığını fark edip sevindim. Haddinden sıcak bir kasım günü İstanbul üstüme insan kustu. Zincirlerinden kopmuş, ne yapacağını, kime saldıracağını bilmez bir hayvan resmen İstanbul. Dokuzuncu ayım sanırım - sayınca da moralim bozuluyor aslında - hala nasıl alışılmıyor o insan seline inanmazsın. Her seferinde bir noktada duraklıyor, gelene geçene gözlerimi açarak bakıyor ve 'ne kadar kalabalık.' diyorum. ne | kadar | kalabalık |
Annemlerden kahvaltı sonrası çıktığımda saat 12 idi. Karbonhidrat şenlikleri olmadan, hır gür yaşamadan bir iki saat geçirdik ailecek. Feneryolu'nda laboratuvara varmam 20 dakikamı aldı. Buyrun bu idrarım, buyrun bu da kan alacağınız damarım. insan arada bilmeli neyim var neyim yok. Yapılacak, endişelenecek bir şey var mı? İşim bitti, şıkır şıkır olmuştu hava iyice çıktığımda laboratuvardan. Yaklaşık 40 dakika sonra bu sefer Pera Müzesi'nin önünde sırada bekliyordum. Hepimiz bienal köpekleri. Önceki haftalarda / günlerde bulunduğum; Fatih olsun Zeytinburnu olsun bilmediğim, aşina olmadığım yerlerden sonra kendinden emin, vücut dilim başkalarını (ya da kendimi) tedirgin etmeyecek şekilde durdum. Merkezefendi durağında inip, yerin altındaki tekstil atölyelerine, o atölyelerde çalışan ergenlere, o esnada yanımdan geçenlere bakarken gerildiğim gibi gerilmedim. Arkadamda 'şlops' sesleri çıkarak öpüşen bir çift vardı, onlar bile çileden çıkarmadı beni. Sadece boyunlarını kırmak istedim.
Bangladeş, Endonezya, Kamboçya, Papua Yeni Gine, Lübnan. İtaatsizler, feministler, baş kaldıranlar, hak arayanlar. Hamamlar, hanlar, uzaktaki bahçeler. Bir bienali daha 'amma çok bilmiyormuşum.' diyerek, daha önce duymadığım seslere kulak kesilerek, o geçmediğim sokaklardan geçerek deneyimliyorum. Tek duyuya, tek bir disipline, tek bir kavrama ait değil hiçbir şey. Yine notlar aldım , 'mutlaka bakmalıyım' listesine yeni maddeler ekledim. Daha çok okumam / izlemem / dinlemem gerektiğine karar verdim. İnsanın tembellik şöhreti sönmez bir ateş, bakalım bu sefer dumanı görür müyüm?
Ebru'yla mesajlaşan (kırmızı kalp) koca ayaklı oğlanın yanında durmadan, tren camından yansıyan görüntüme bakıp 'amma büyük ve çirkin kafam var yaa.' demeden bir yirmi dakika önce hayatımın en rezil -İstanbul- vapur yolculuğunu yaptım. Kalabalığından kapalı ve açık alanlarda oturacak yer olmayan; çocuk gürültüsünden, ebeveyn bağırmasından, martıya atılan simitten illalllah dedirten bir vapur. Güneş batıyormuş, Boğaz ne güzelmiş, günün altın saatleriymiş, pastırma yazıymış ne fayda. insanların kirli dişlerini gördüğüm, çocukların anne ve babasına sordukları (ve onların asla cevap vermediği) sorulara içimden cevap verdiğim, kitap okumaya çalıştığım bir yarım saatti. Neyse bitti. O zaman hep beraber tekrarlıyoruz.
ne | kadar | kalabalık |
Zeplin'e girince keyfim yerine geldi. İçeride ikinci en çok sevdiğim masa boştu, koşa koşa gidip buralar benim dedim. Kitap, güneş gözlüğü, telefon, defter, kalemler masaya. Rengarenk çantam sandalye üstünde. Hemen bir tuvalete gittim, ellerimi sanırım bir dakikaya yakın yıkadım, çok iyi geldi. Güler yüzlü, dünya tatlısı çalışanlarla teker teker merhabalaştım. The Cure çalıyordu hem girdiğimde. 'Oh be!' dedim, şimdi artık sakinleşebilirim. Geçen hafta yine burada ama bu sefer en çok sevdiğim masada Ocean Vuong'un şahane romanını bitirmiştim: Yeryüzünde Bir An için Muhteşemiz. Bu seferse elimde bir Sema Kaygusuz kitabı var.
Yıllar önce Melda Atina'ya geldiğinde bana Barbarın Kahkahası'nı getirmişti. O zaman da uzun zamandır kitap okuyamamaktan şikayet ediyor ve bunun için tabii ki hiçbir şey yapmıyordum. Kitabı aldım, başucuma koydum. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, arkadaşlarımız evine döndü, galiba yaz yavaştan bitti. Ben bir gün evdeydim, Stelios nerdeydi hatırlamıyorum. Yine böyle gereğinden sıcak bir sonbahar günü olsa gerek. Kitabı elime alıp bizim terastaki tek kişilik koltuğa oturdum. Masanın etrafındaki sandalyelerden birini de ayaklarımı uzatmak için çektim karşıma. Dehşetle ve hiç beklemediğim bir iştahla okumaya başladım kitabı. Sayfaları hızla çevirdim, cümlelerin içinde kayboldum, uzun zaman sonra bir kitabı heyecanla okuduğum için keyfim yerine geldi. Kitabın ortalarında başımda tatlı tatlı esen rüzgara ve yorgun gözlerime direnemedim ve uyuya kaldım. Kalmışım yani. Kitabı açık bir şekilde göğsüme koymuşum ve dalmışım. Stelios gelmiş, üstümü örtmüş, o arada da hiç uyanmamışım. Uyandığımda hava kararmak üzereydi, Stelios mutfakta bir şeyler pişiriyordu. Gülümsedi ve 'saatlerdir uyuyorsun' dedi neşeli neşeli.
Sema Kaygusuz'un masanın üstündeki kitap kapağına işte o günü, terası, sarıyı, o muhteşem uykuyu hatırlayarak baktım. İçeriye insanlar girdi, barın iki kedisinden Serçe yine bir etrafımda dolandı ama sonra gitmeye karar verdi, şarkı değişti, 'Bakar mısınıaaaaaaaaz?' diye bağıran kadınlar, manitasıyla geldiği için illa güzel masada oturması gerektiğine inanan genç adamlar geldi. Zeytin, fıstık ve kuru bakla çerezi. Masaya üç küçük tabak kondu, biram geldi ve ben Yere Düşen Dualar'ı okumaya başladım. Uyumadım ama Sema Kaygusuz insana bıçak çeken, kaş kaldırtan cümleleriyle yine esiri etti beni. Şehrin kalabalığından, leşinden, çirkinliğinden, anlamsız sıcağından, gürültüsünden uzaklaştım. Kitaba ara verdim, işte 'bunu' yazmaya başladım.