top of page

zeplin - iki

Okulun uzun boylu, voleybolcu yakışıklısı küçük yuvarlak masanın etrafında oturmuş, yanındaki 87 santimetre (belki de 74) boyundaki küçük insanı besliyor. Küçük insan dudaklarının kenarında kalmış patateslerin farkında değil. Okulun yakışıklısı o ince uzun parmaklarıyla yavrusunun ağzını ve biraz da yanaklarını siliyor. Ellerine hep bakardım. Bir insanın çocuğu olması şahane bir histir herhalde. En azından hissettikleri yüzlerce şeyden birine 'şahane' diyorlardır kimi zaman. Bazen cinnet, bazen cennet. Saçları biraz kırlaşmış ama -neredeyse- hiç dökülmemiş. Alnı açılmış olsa olsa. Ufacık bir göbeği var, omuzları yine Haymana platosu; koşarsın çılgınca, getiremezsin sonunu. Beni görüyor sonunda: 'Ooooo Ozan Bey' deyip açıyor o güzel ellerini iki yana.


Ben onun George Hogg ayakkabılarını hatırlıyorum asıl, o püsküllü olanları. Bordo. Aynı servisteydik, Emin Ali Paşa'da balkonları gül kurusu, bedeni su yeşili boyalı bir apartmanda otururdu o zaman. Tuncer abi, serviş şoförümüz etine dolgun, kum saçlı, ince sesli biriydi. İyi ve tatlı bir sporcu gibi davranıyordu bizlere; Tuncer abi değil o. Ukalalık yapmazdı, enerjisi vücudundan fışkırır ve havaya karışırdı. Havalı, biraz da yakışıklı olduğunun farkındaydı ama hayatın ona verdiği bu hediyeyi -ortalama bir- insanı üzmek, aşağılamak için kullanmazdı. Ayakları oldukça büyüktü, o püsküller sanırsın o ayakkabıların üstünde küçük birer yelpaze.


'Sen neredesin yaa, anlamıyorum.' diyor gülerek. Bir İstanbul, sonra bir Hollanda, arada Atina / Yunanistan fotoğrafları paylaşıyormuşum, kafası karışıyormuş. En sevdiğim de soru; neredeyim gerçekten? Mart ayından beri İstanbul'dayım, çalışıyorum. Avrupa Birliği kurumu, mülteciler. Evet Şenesenevler'deyim yine. Kafam nerede? Belki de Hollanda. Yok ayol Atina. Yanındaki küçük insan kızıymış. Ben de öyle tahmin etmiştim açıkçası. Ben kendisiyle tanışmak istiyorum ama babasını kendine çekip huysuzlanıyor sıpa. Hiç niyeti yok belli yabancılarla tanışmaya. Ben masama geçiyorum. Yan masaya puro içen ve Bitcoin muhabbeti eden dört apalak herif oturuyor. Muhabbetlerinin 7. dakikasında sinir krizi geçiriyor ve birbirlerine 'abi yalnız bak o öyle değil' dedikleri zaman hepsini odunla dövmeyi hayal ediyorum. Böyle bir şey yapamadığım için içeri, içerde en sevdiğim, pencere kenarındaki masaya geçiyorum. Pencereden olan bitene, gelene gidene, dışarı bakarım hem mis. Bir süre sonra ikisini izlerken buluyorum kendimi. O sırada koca göz barın arkasında yine afacan gibi çalışıyor. Çalışma arkadaşlarına 'şekerim-tatlım' diyor, yüzümü güldürüyor. Ben pencereden bakıyorum, kızı -hâlâ- patates yiyor, bitirememiş nazlıspor. O, kızının ellerini siliyor bu sefer sabırla. Bir patates daha atıyor kızı ağzına, hadi ver ellerini hop! Filtresiz birayı bitirip yenisini rica ediyor. Filtresiz seviyor demek. Önümde Ocean Vuong'un kitabı var, bitmesine artık 20-30 sayfa kalmış. Bir kitaba, bir ona, bir koca göze bakıyorum. Ben de ikinci biramı söylüyorum. Gözüm bi kitabın satırına, sonra onun güzel ellerine, sonra koca gözlünün dövmelerine kayıyor. Hiçbir şeye hakim olamıyor, anın içinde huzursuzca geziniyorum. Şıkır şıkır sesler, Morrissey, koyu kahverengi sandalyeler, Serçe bana eşlik ediyor. Bir ara vedalaşırız.

83 views
bottom of page