Yazı yayınlanma tarihi: Ocak 2018 (www.themahmut.com)
Şehirlere; özellikle ilk kez gördüklerime, onları bir iki saat gezdikten sonra alelacele güzel ya da çirkin demeyi ne zaman bıraktım bilmiyorum. Bir olgunluk çağına giriş olmuş belli ki, boru değil. Bunlar insanlık için küçük, kendim için büyük adımlar. Öncesinde ben de çok severdim ama anında fikrimi belirtmeyi: "Bu şehir çok çirkin, of şu binalarin iğrençliğine bak, aaa burası güzelmiş, güzelmiş ama yaşamam…" Bir araba laf.
Fikrimin değişmesinde ya da şehirleri artık illa ki güzel veya çirkin diye nitelendirmememdeki en büyük sebep Istanbul’dan sonra yaşadığım şehirler muhtemelen. Yüksek lisans yapmaya gittiğim 50bin kişilik minnacık İsveç şehri Trollhättan, sonrasında iş bulup paramı kazandığım evimi kurduğum, Hollanda’nın en sanayi - en gri şehirlerinden Eindhoven, depresyonla kafam yanmışken her şeyi ardımda bırakıp geldiğim gürültüsü bitmeyen, beton beton Atina. Hiçbirine ilk bakışta vurulmadım, hiçbirini ilk dakikada sevmedim ama şehirlerim oldular. Zamanla yavaş yavaş örülen bir ağ bu. Tesadüflerin kapıyı açması sonrası kendimden bir şeyler vererek ve şehirlerimden elde ettiklerimle kurduğum bir ilişki.
Geçtiğimiz Aralık ayında, hiç ummadığım kadar uzun bir süreliğine Ankara’ya gitmem gerekti. Ankara ile olan ilişkim “başkentimiz ve Anıtkabir” ekseninde. Elbet çocukken, ergenken falan gittim gördüm ama ne yaşadım, ne de uzun süre kaldım. Üstelik ergenken ya da hadi ergenlik sonrası bile Ankara’ya bok atmayı bir vazife bildim. İlk argümanımız orada deniz olmaması biliyorsunuz, ben de oradan yürüdüm. Çünkü Kanlıca’da yalıda büyümüş biriydim, o yüzden Ankara’da deniz göremeyince hiddetimden deliriyordum. Ankara’yla ilgili en belirgin anım Özlem Tekin’in ilk kasetini (albümünü) orada almış olmam. Bir de küçük teyzemin evinden hava almaya çıktığımda dayanamayıp Şamdan dergisini ek olarak veren Sabah gazetesini montumun cebine atmam. Erol Atar Ajda Pekkan’ın fotoğraflarını çekmişti çünkü, buna kayıtsız kalamazdım. Sene 1995.
O Ankara seyahatinden yıllar sonra, lise son sınıfta ODTÜ’yü gezmeye gitmiştik okulca. O zamanki yakın arkadaş grubumla yine ayılar gibi aşağılamayı hak görmüştük kendimizde. Ankara’da okumak için deli olmak lazımlar, burada yaşayacağıma tekrar sınava girerimler, ayy bi Karum var zaten başka ne var ki demeler… Hadsiz hadsiz laflar işte. Üstelik deniz bile yok. Hepimizin puanı ODTÜ’ye yetti ama sırf Ankara olduğu için gitmedik ayrıca. Misal ben Ankara’da yaşamak yerine Marmara Üniversitesi’nde okumayı tercih ettim.
Neyse şimdi biraz toparlamaya çalışacağım, alaycı alaycı konuşayım derken yine çenem düştü. Amacım Ankara güzellemek değil, son Ankara seyahatimden sonra her şehri, ortalama bir insanın (misal ben) ne kadar kanıksayabileceği ve ona alışabileceği üzerine bir şeyler karalamak. Ayrıca Ankara oldukça garip bir şehir şimdi dürüst olalım. (SELAM SANA ASPAVA!) İnsafsız gibi bir şehre hemen “çirkin, bok, kaka, tipini sevmedim” demeden önce oturup azıcık düşünmek lazım ama belki de. Şehir illa ki güzel ya da çirkin olan bir şey değil çünkü bence; alışmaya çabaladığımız ve başardığımız takdirde sevdiğimiz bir şey.
Şehirlerin kokusu vardır, bir köşede bizi çarpan, bizi hayata döndüren, hayattan soğutan ayrıntıları vardır. Çok sevdiğimiz, garsonuna bayıldığımız, tek başına oturduğumuz masada 1000 insana bedel, iz bırakan anlar yaşadığımız mekanlar vardır ne bileyim. Göreceli kötü ya da çirkin bir şehirde çok güzel bir evimiz, gözümüzü karartacak kadar aşık olduğumuz biri vardır; güzeller güzeli bir şehirde de girmekten imtina ettiğimiz ortalama ruhsuz bir evimiz ve gözümüzü yaşartan yalnızlığımız vardır belki. Atıyorum. Tüm kombinasyonlar olası. Ben romantik bir prens olduğum için bu örnekleri verdim ilk.
Ankara’da, çok çok sevdiğim bir arkadaşımın tatlı tatlı döşediği evinin balkonunda sigara içerken geldi aklıma bu düşünceler. Onunla muhabbet ederken, o kısacık zaman diliminde onunla beraber yaşarken o kadar keyfim yerindeydi ki; arkadaşımın evini, mahallesini, içinde bulunduğum ruh halimi o kadar sevmiştim ki -o bok kaka demeye ant içtiğimiz- Ankara’da olduğumu unuttum. Dünyanın herhangi bir yerinde mutlu mutlu duruyordum o esnada. O zaman iyice dank etti şehir denen şey senin, benim, sizin, bizim aslında kafamızda yüreğimizde yarattığımız bir şey olduğu.
Arkadaşımın evinden çıkıp Hilton’un önünden aşağı inip İran Caddesi üzerindeki marketten kahve almayı falan bir buçuk günde öğrendim mesela. Ya da o pek meşhur Kıtır’a gitmek hemen aklıma geldi: pis pis şeyler yiyelim, soğuk soğuk biralarımızı içelim dedim. Adı kendinden büyük Kuğulu Park’ta bir banka oturup insanları izlemeyi de getirdim aklıma. Bazı güzelim Ankara apartmanlarına bakıp “şu ev benim olsaydı” hayalleri de kurdum. Çünkü kocaman pencereleri kim sevmez? Başka bir şehre gittiğim anda o şehirde kendi evimi ve oradaki hayatımı hayal etmek en sevdiğim şeylerin başında gelir zira. Kavaklıdere sokaklarında sakin sakin yürümek, neredeyse her apartman bahçesinde bulunan kokina ağaçlarına bakmak iyi geldi. “Aman sen de kalmışsın güzel semtte, vırvır ötüyorsun, bi de VIDIVIDI semtine git bakalım o zaman da böyle şeyler diyecek misin?” diyerek şu an dişini gıcırdatanlara da bir şeyler demeye çalışayım o zaman. Hayır demeyecektim. Büyük bir ihtimalle demeyecektim. Şehirleri sevmek ve benimsemekle ilgili bu yazıyla anlatmak istediğim şey de tam bu zaten. Sevdiğiniz sokaktan geçmiyorsanız, markete giderken gözünüze takılan ağaç size mutluluk vermiyorsa sevmezsiniz. Ben de sevmem.
Şehirleri sevmemiz, yaşadığımız sokakla, komşumuzla, evimizle, o şehirde dinlediğimiz şarkılarla, yaşadıklarımızla ilgili bir durum. Eindhoven’da yaşarken en çok duyduğum cümleler, sorulardan biriydi: “E neden Amsterdam’a taşınmıyorsun?” Çünkü çoklarına göre Amsterdam en güzel şehirdi Hollanda’daki ve benim yaşımda, benim işime sahip biri orada yaşamalıydı. Ama evimi çok seviyordum, gecenin yarısında kapısını sormadan çalacağım arkadaşlarım vardı, çünkü kendi mekanlarım vardı, çünkü kendime iyi bakıyordum, çünkü bana o gri soluk şehir artık güzel geliyordu, çünkü sevdiğim işim oradaydı. Ben de bir süre düşünmüştüm ama sonra mutlu olduğumu anladığım an bu sevdadan vazgeçtim. Sırf bir şehir “göreceli” güzel diye riske girmek istemedim, hayatımdaki şeyleri değiştirmek istemedim, güzel sokağımdan vazgeçmek istemedim. Yapabilirdim, yaptığım için mutlu ve gururlu da olabilirdim evet ama yapmadım. Tercihim bu yönde değildi.
Dünyadaki her şehir, kasaba benim mekanım, yurdum olabilir. Buna içten inanıyorum. Ne deniz, ne şehrin arasından geçen bir nehir, ne müzeler, ne bir gecede 9000 konser olması bunların hiçbiri önemli değil. Şartlarımız ve isteklerimiz ortak bir noktada birleşiyorsa, hayata dair öfkemizi şehirlerden çıkarmak gibi bir huyumuz yoksa bence hepimiz her yerde yaşayabiliriz. Kökleri şehirde olan bir aileden gelmedim bu arada, annem de babam da köylü / kasabalı ve zamanla şartlara göre yer değiştirmiş, göç etmiş, hayatlarını yenilemek yinelemek zorunda kalmış olan insanlar. Belki de ırsi bi durumdur benimki. Saf şehirli olup da bu yazıyı okurken bana katılmayan insanları anlarım o yüzden.
Hepimizin güzel bir şehri olmalı. Gururla, tatlılıkla arkadaşlarını sevdiklerini gezdirebileceği, her köşesinden olmasa da kendi seçtiği bir bölgesinden gururla bahsedebildiği bir şehri olmalı. Yaşadığım her şehirde bunu yaşamaya ve yapmaya çalıştım zaten ama kısa süreliğine gittiğim her şehirde de kendime dair izler, anılar bırakmak, o şehri kendi açımdan tanıtmak ve anlatmak yapmayı en sevdiğim şeylerden. Ve tüm bunları yaparken güzel ya da çirkin dememeye, en azından şehrin genelini anlatırken bu sıfatları kullanmamaya çok özen gösteriyorum. Şehir, bizim gözümüzün gördüğü, kalbimizin attığıdır çünkü.
Yazının tüm fotoğrafları Ankara'dan. Bir zamanlar deniz olmadığı için çirkin bulduğum şehirden yani. Aralık ayında soğuktan belim bükülür de iki adım atamam zannediyordum ama orada olduğum günlerde güneş peşimi bırakmadı şansıma. Ben de yürüdüm uzun uzun. Güzel çirkin demeden uzun uzun yürüdüm. Bu yazıya ilham verdiği için de fotoğrafları bu yazıyı süslesin istedim.